Bir tarafta Ağ gelin: …

Biz devrimciyiz. Güzelliklerin, insanlık bahçesinde Karanfilleşerek çoğaldığı; İnsanların, birbirinin üzerine basarak değil, El ele tutuşarak Karanfillere uzandığı dünya Bizim dünyamızdır. Bizim reflekslerimiz Sahip olduğumuz değerlerin meyveleridir. Biz, hiçbir gelişme karşısında Tavırsız kalamayız. Dallarımızdan üretkenlik fışkırmalıdır. Bize refleks yitimi Bize tepkisizlik Bize kısırlık yakışmaz. Yoldaşlarımız, Bir yangını haber verir gibi “fırlamalı” Bir yarayı pansuman eder gibi titizlenmelidir. Biz, doktor değiliz. Bizim de yaralarımız var. Ama biz devrimciyiz. Tüm duyarlık göstergelerinden Tüm sanatçı inceliklerinden Öte bir tanımlamadır bu. Ne mutlu, Yaşamı devrimcileştirerek yol alanlara.      

Niko Beloyanni                                                                                                                                                                                                                                                                                                  

Belki Henry Alfred Kissinger (*) kendi döneminin ölçütlerinde bir nevi sembol olsa da, kendisi şimdilerde, tozlanmış takvimden düşen bir momentin lahzası gibidir.

İlk bakışta kişiselleştirilmiş gibi alğılansada, sonuçta içeriğin muhtevasında elbette değişen bir şey yoktu.

Çünkü Amerika, entrikalarla dolu bir geçmişiyle adeta dünya insanlığına zehir saçıyordu. (**)

 Zamanın bu diliminde Kissinger tarih oldu belki ama tarihin o momentinde Kissinger, Amerikan emperyalizminin dünya kamuoyunda çıkarlarını canla başla koruyan Dış İşleri Bakanı idi.

Amerikan Emperyalizminin ana felsefesi dünya halklarını kendisine tabi hürriyet yoksunu birer köle haline getirmektir.

Emperyalistlerin kendi aralarında etken olan bir çeşit gücün simgesi sayılan pazar payıdır. Mevcut pazar payı elde tutulduğu oranında kar mübadelesinin sömürüsü kendileri için refahı halklar için cehenneme bağımlılığı ortaya çıkartır.

Emperyalizmin anlaşılabilir gerçek literatürüne gelince, bunu basitçe söyle tanımlayabiliriz. Bu uğurda her türlü entrikayı çevirmede kendisine mubah gören bir sistemin ukalalığıdır emperyalizmdir.

1973 yılının sonlarıydı daha henüz 18 yaş dilimimin içinde çocukça hayalleri olan, gelecekte yükü ağır olacak bir kuşağın bireyleriydik. Farkında olmadığımız siyasal konjonktür kelli felli sayılan yetişkin / tecrübe sahibi ‘siyasetçilerin’ cesaret edemediği bağımsız bir ülkenin özgün duruşu yerine, işbirlikçiliği yeğlediği bir dönemin çocuklarıydık.

Emperyalizme karşı antiemperyalist bir tavrın nasıl alınmanın gerektiğini aslında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları, toprağa düşerken göstermişti.

Ülkelerinin bağımsızlığı için yaşamlarını hiçe sayan devrimciler ölümlerinin üstünden daha henüz iki yıl bile geçmemişti…

Bir şeyler yapılmalıydı ama ne?

Çocuksu duruşumuz bunu bilemeyecek kadar tecrübeden yoksun olsa da bir şeyler yapılmalıydı…

Kelli felli siyasetçiler satılabilir ama 18’lik, 19’luk, genç çocuklar kendini asla satamazdı. İşin ucunda ölüm bile olsa biz o ölümden korkmuyorduk. Ölümden korkmayan bir insan için işkenceler, hapishaneler vız gelir tırıs giderdi.

Bizler, döneme özgü koşullarda dünya ya bu pencereden bakardık.

Hemen hemen aynı yaş grubuna dâhil olduğumuz bizlerin yoldaşlığı, insan sevgisinden başka bir şey değildi. İnsanları çok seviyorduk. Bu yüzden de böyle bir eylemde yakalanan Develi ’li üç arkadaş, üç yoldaş idik…

İsmail Benli, Soner Baykara, Ali Galip Sayılgan…

Çocuk yaşta bizi hangi şartlar bir araya getirmişti diyebilmenin cevabı Kızıldere katliamından tutunda dar ağacına gönderilen üç fidanın asılması anti emperyalist duruşları bize neden örnek olmasınki?

Kendimizi fedakârca paralamak istediğimiz ülke sevgisiyle birlikte karşılıksız insan sevgisinden başka bir şey olmadığı idi.

Anadolu’nun sessiz ve sakin şirin bir kazası olan Develi’de, ağustos ayının cırcır böceklerinin geceye serenat yaptığı bir hafta sonunda biz üç arkadaş kararlaştırdığımız gibi afiş yapıştırıyorduk. İşin tuhaf tarafı afiş yapıştırırken kolluk kuvvetlerinin deyimiyle  suç üstü  yakalanmıştık.

Gece daha henüz, tan ışığına teslim olmamıştı ve ay ışığında Erciyes, 3916 metre yükseklikte bulunan Ağ Gelin sanki bizi seyrediyordu.

Beyaz gelinliğin beyazlığında beyaz bir rengi anlatmak gibi par-ı ak, ay ışığının şavkında daha bir karanlığı yırtıyordu.

Karanlığı yırtmaya Erciyes oysa çoktan başlamıştı. Zirvesinde duran o müthiş beyazlık ay ışığının şavkında karanlığa karşı dimdik ayakta onuruyla duruyordu.

Özgür bir duruşa bel vermiş, dumanlı bir başın dimdik fütursuzluğunda duran bir heybet gibi, en kurak geçen yaz aylarında bile zirvesinde karı hiç eksik olmayan  görkemli heybetini işte o gece Erciyes’ de bir kez daha görmüştüm.

Heybetinden bir şey kaybetmeyen o duruşuyla sanki bize bir şeyler anlatmak istiyordu. Bağımsız hür olabilmenin timsali Erciyes, kendi zirvesinden sanki bizi izliyordu.

Rüyadan uyanır gibi birden ılık bir rüzgâr yaladı yüzümü. Gözlerim telaş içinde Ak Gelin’i (Ağ Gelini) aradı… Öyle ya, Erciyes Ağ Gelin siz olmazdı…

Bu kez ben, ayın şavkında belirginleşen, Ağ Gelinin sulietine baka kaldım. Çünkü Ağ gelin, yürekliliğinin yanı sıra, bir o kadar da heybetli bir duruş sergiliyordu Ağ Gelin.

“Ağ gelin indim ola yayladan,

Kaşın değil gözün beni ağlatan,

Satın mı aldın güzelliğin Mevla’dan,

Alırım ahtı mı da koymam seni Ağ gelin,

Sürmelim, sen bilin…” (***)

Ağ Gelin. Kendi söylencesinde esarete asla ödün vermeyen namus timsali oluşuyla ünlüydü.

Develi yöresinin Ağ Gelin söylencesi Erciyes dağının zirvesine yakın bir yerde çocuklarıyla dimdik duruşu kulaktan kulağa tekrarlanarak Ağ Gelin söylencenin anısı hep canlı kılınmıştı. Ağ Gelin elinden tuttuğu çocuğuyla birlikte (ilk isteği üzerine) taş olmayı yeğlemişti! Erciyes’in zirvesine yaslanmış gibi, kımıldamadan duruyordu taşlaşmış büstünün sanki o müthiş sulieti!

Nedense, içimden sanki o anda, bir daha Ağ Gelin’i göremeyecekmişim gibi ansızın Ağ Gelin’e baka kalmıştım.

Ağ Gelin namusuna gölge düşürmemek için bu yolu seçmişti. Namussuzca yaşamaktansa taş olmak, belki de onun için en güzel çözümdü. Nitekim de bu yolu seçti… İlk isteğine göre Ağ Gelin çocuklarıyla birlikte taşlaştı.

Zira namus, dün olduğu gibi bugünde Türkiye topraklarında yaşayan halklar için önemli bir kavramdı. Dünya coğrafyasının paylaşımıyla kendini gösteren ulus aidiyeti, aslında kendi milli burjuvazisinin sorunuydu.

Milli burjuvazi bu sorunu hep, elinde tuttuğu kendi propaganda aracıyla vatanın kutsallığını en iyi bir şekilde işler. Vatan’ın kutsallığı namusla özdeşleşince toplumun en ücra kesimleri içselleştirilen bu kavramlara kendi sorunuymuş gibi sahip çıkar.

Ulusu ulus yapan aslında en önemli kriterlerinden biriside budur, ulusun ulus olma sürecinde geçirdiği fermantasyon dediğimiz mayalanma sürecinin bileşkesi tam da budur.

Aslına bakarsak dünya ölçeğinde var olan bütün ulus devletlerinde bu sorun aynıdır. İşte bu nedenledir ki devlet özgülünde temsiliyetiyle özleşen yükseliş, vatan tılsımıyla yoğrulan hamurun hammaddesinde önemli bir saç ayağı gibidir.

Bu nokta da milli burjuvazi asla gözükmez, onun, ideolojisi insanların benliğinde var olur. Özünde ulusu ulus yapan milli burjuvazinin çıkarlarıdır. Mesela Çanakkale’de ölenler arasında milli burjuvazinin sınıfından hiç kimseye rastlayamazsınız.

Ölen milyonların üstüne bağdaş kurmuş vatan kavramının kutsallığından dem vurup toplumun iliklerine kadar sömüren milli burjuvaziye rastlayabilirsiniz…

Milli burjuvazinin propaganda araçları hiç kimsenin farkına varmadan namusu çoktan vatan ile özdeşleştirmiştir bile.

İşte bu yüzdendir ki insanlığın gelişiminde kutsallaşan vatan kavramının yeri büyüktür. Ulus devletlerinin oluşumunda bu kavramın rolü büyüktür. Bu yüzden I. ve II. emperyalist paylaşım savaşlarında yüz binlerce insan vatanın bağımsızlığı uğruna hayatından olmuştu.

Maalesef en acıklı trajedi de Çanakkale’de yaşanmıştı.

Oysa bu ülkede o kadar Amerikan işbirlikçisi vardı ki, devletin içinde sözde vatan sevgisinden dem vurarak çeşitli kılıflar altında çıkarları gereği bu ülkeyi emperyalizme peşkeş çekme gayreti içinde hep var oldular.

Hala da bu değişmiş değil, ülkeyi birçok kılıflar içinde emperyalizme peşkeş çektiler, çekiyorlar. Tam bağımsız Türkiye hayalimiz gerçekleşene kadar, bu peşkeş furyası, hep var olacaktır.

Hibe ettiği hurdalarıyla borçlandırılan basiretsiz iktidar partileri, bir o kadarda ikili anlaşmalara imza atan işbirlikçiler sebil gibiydiler. Yani diğer bir deyimle en büyük işbirlikçileri başka yerde aramamak gerekiyordu.

Çünkü ülkeyi peşkeş çeken işbirlikçiler mecliste idi.

En büyük işbirlikçi partilerden ikisi olan DP ve CHP Marshall yardımının marifetini işbirlikçi ruhlarının ezgisinde güzellemelerini anlatmakla bitirememişlerdi.

Bu işbirlikçi partilerden dönemin Dış İşleri Bakanı Hasan Saka ve CHP Milletvekili Kasım Gülek söz birliği yapmışlarcasına, koro halinde tarihe not düşüyorlardı. ‘…Bu yardımın bağımsızlığımıza asla sekte vurmayacağını tam tersine sadece ABD, Türkiye’ye değil, tüm dünyada barış ve demokrasiyi güçlendirici bir adım olduğunun’ yalanını pazarlıyorlardı. İşbirlikçiler mecliste olduğu için başarılı olabil memeleri de mümkün değildi. Bu yüzden de çok rahat başarılıda oldular.

Vatan’ı namus değerleriyle özdeşleştiren 20. Yüzyılın ulus devletleri, Ağ Gelin’in kendine has özgün hikâyesinde bağımsızlığının sembolü olan bu onurlu duruşuyla efsaneleşmiş olmasıdır.

Osmanlı imparatorluğunun zayıf düştüğü son yıllarında bir kez daha atağa kalkan mandacılık ruhu kurtuluş savaşının galibiyetiyle sessizliğe gömülse de yıllar sonra onurlu başı dik, bağımsız bir ülke olma çabası Türkiye’nin bu durumu anlaşılan o ki işbirlikçilerimize yine fazla geldi…

Amerikan emperyalizminin sinsi tuzağı olan ve 1948 yılında gündemimize sokulan Marshall yardımı diye geçen borçlandırılma yöntemiyle Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirildik.

Emperyalist işgal güçlerinin topla, tüfekle, birebir işgal etmekle dize getiremedikleri Türkiye’yi Amerikan emperyalizmi yardım tuzağıyla dize getirmişti.

Borçlanma, borçlanma derken bunun sonu hiç gelmedi… Yerli işbirlikçilerimizin yeni efendileriyle gül gibi geçinip gidiyorlardı. Emirler Amerika’dan geliyor Türkiye uyguluyordu borç hanesi hiç silinmediği gibi, bir de üstüne üstlük borçlandırıldıkça borçlandırılıyordu.

Nedir bu Marshall planı?

 Marshall planına katılmak isteyen her Avrupa ülkesine Amerikan mali yardımı, malzeme ve makinesini öngörülüyordu. “Marshall Yardımı” olarak bilinen bu anlaşma gereği, 1949’la 1951 yılları arasında Türkiye’ye sözüm ona ekonomik yardımlar yapıldı. Türkiye, artık batı yanlısı dediğimiz Amerikan yanlısı bir politika izlemeye başladı. 1948’de Marshall Planı’nın diyeti Türkiye’yi emperyalist tekellerine güzel bir pazar oldu. Bu yardımla Türkiye, ABD’nin ülkemize açtığı incirlik üssüyle birlikte bölgedeki en önemli taşeronluğunu pekiştirtirmiş oldu.

Hedef elbette yardım falan değildi. Yardımın içeriği, ”yardım” adında, koca bir tuzaktı! Asıl sorun yardım görüntüsü altında borçlandırılmamız Türkiye Cumhuriyeti devlet yönetiminin basiretsizliğiyle özdeşleşmiş oldu.

‘Siyasal alandaki Truman Doktrini ’nin ekonomik uzantısı, Marshall Yardımı biçiminde ortaya çıktı. Türkiye, Marshall yardımlarından faydalanan ülkelerden biriydi ve Marshall yardımı, Türkiye için, ekonomik bağımlılığın başladığı yerdir. Marshall Planı, Avrupa’ya yardım etmek istiyordu.

Bu amaçla, 1948 yılında OEEC (Ekonomik İş Birliği Örgütü) kurulmuştu, ama Türkiye bunun dışında bırakılmıştı. İleri sürülen gerekçe, Türk ekonomisinin savaştan çok zarar görmediği ve kendi kendine yeterli niteliklere sahip olduğuydu.

Fakat Türk hükümeti durumu böyle görmüyordu. Amerikan yardımı, Sovyetlere karşı bir güvence olduğu gibi, hazırlanmış bulunan ekonomik kalkınma planının gerçekleştirilmesinde de kullanacaktı.

Bu yüzden Türkiye, ABD’ye başvurarak kendisinin de “Marshall planı” içine alınmasını istedi. Sonunda Amerika, Türkiye’yi de ekonomik yardım programının kapsamına aldı. Başlarda askeri nitelik taşıyan Amerikan yardımı, ekonomik bir niteliğe büründükten sonra Kemalist politikanın İlkerlerinin terk edilişinin başlangıcı oldu.’ (Kaynak Wiki.Pedia)

Bir borç tuzağı olan Marshall Yardımı ile Türkiye hibe adı altında borçlandırılmıştı. Ayrıca Türkiye 11 Mart 1947’de IMF’ye, 14 Şubat 1947’de de Dünya Bankası’na üye olmuştu. ABD ile 27 Şubat 1946 tarihinde yapılan 10 milyon dolarlık anlaşmaya göre Türkiye, ABD’nin işine yaramayan savaş artığı malzemeleri satın alma durumunda bırakılmıştı.

I.ve ikinci II. Paylaşım savaşı sonrası emperyalizmin gelişimi Vietnam batağından sonra şekil değiştirerek bizim gibi ülkelerini IMF kanalıyla borçlandırma konumunu seçmiştir. Yardım ve kredi yöntemiyle kalkınmayı amaçlayan bizim gibi ülkeler adeta aciz bırakılarak Amerikan sız yapamayacak konumuna düşürülmüşlerdir.

Asıl sorun krizde bulunan tıkanan Amerikan sanayine pazar açmaktı ve öyle de oldu. Koca bir borç tuzağına dönüşen Marshall Yardımı ile Türkiye sözde hibe adı altında akıllara durgunluk verecek bir şekilde borçlandırılarak Türkiye’nin kendine özgü gelişmekte olan ekonomisi bağımlılaştırılarak çökertilmiştir.

Bu durum modern mandacılığın iz düşümü gibi gerçekliğe ulaşıp ülkemizle içselleştirilmiştir.

Ha sömürge ülkelere açıkça atanan komiserlerin denetimi, ha CIA’nin el altından denetimi… Aradaki farkın şimdilik gizli kapaklı olmasıdır.

Çok bilindiği gibi 12 Eylül sonrası kurulan Amerikan icazetli siyasal partilerin ülkenin talanından tutalım da yabancılara satılan topraklarına varana kadar yağmalanan bir süreci yaşıyoruz.

Siyasal iktidarın birebir yaptıkları aleni hırsızlıklar nasıl ayyuka çıktığını ne yazık ki yaşayarak gördük. Cukkalarını doldurmanın elbette bir bedeli olmalı. Onursuzluğun olağanlaştığı bir sürecinde elbette bir bedeli olmalı.

Mesela Ağ Gelin onurunu taşlaşarak korumuştur. Bizim iş birlikçiler ise ülke çıkarları yerine Amerikan emperyalizminin çıkarlarını koruma yönünde nasıl yaranırım yarışında bir çeşit ”onursuzluk” savaşımı vermektedirler.

Daha henüz 1973 yılında, afişleme eylemi, o kadar moda değildi. Afişleme eyleminde yakalanmamız, sessiz bir o kadarda sakin kazamız olan Develi’de çok konuşulan bir gündemin kendisi olmuştu.

Polislerin bizleri korkutmak isteyen bilgiç tavırlarının yanı sıra, bilmem kaç yıl hapis yatacağımızın ninnilerini dinleyerek geçirmek zorunda kaldığımız nezarethanemizde, buz gibi beton zeminde uyuyabilmekte mümkünde değildi.

Uykusuzluğumuzun yanı sıra psikolojik baskı ayrı bir tiyatronun kendisiydi şüphesiz. Kayseri ilinden gelen siyasi polislerin sorgusu vs. derken, bizi bir hayli bitkin düşürmüştü.

Nezarete tıkılmamız hafta sonuna denk geldiği için haliyle pazartesi gününü iple çeker olmuştuk. Haftanın ilk günüyle açılan Adliye’ye biraz da gecikmeli olarak sevk edilmiş olsak da polis karakolunda olumsuz havadan kurtulmamıza azda olsa sevinmiştik.

Her şeyi pekiyi bilen polislerin yanı sıra gece bekçilerinin oynadığı suflörü tiyatro oyununda bilmem kaç yıl hapislerde sürüneceğimizin, hatta hayatımızın nasıl ve ne şekilde kararacağının rolleri sahne almaya başlamıştı çoktan. İşte biz tamda böyle ajitasyon eşliğinde mahkemeye çıkarılmıştık.

Önce hâkim isnat edilen suçu kabul edip etmediğimizi sordu. ”Kabul ediyoruz çünkü suçüstü yakalandık” demiştik üçümüzde, üç ağızdan.

Hâkim isnat edilen suç delillerini incelemek için özenle sicimle bağlanmış afiş rulosunu açtı.

Hâkim Bey’in bakmak için açtığı afiş rulosu bana, haddinden fazla uzun gelmişti. Gelişebilecek durum hakkında da en ufak bir bilgim yoktu.

Aslında biz gelişmelerden doğabilecek neticeyi kavramaktan çok uzak haddinden fazla çocuktuk. Bir bakıma yerinde kullanılan bir deyim gibi, boyumuzdan büyük işlerle uğraşıyorduk.

Biz en azından Amerikan emperyalizminin ne olduğunu kavramıştık. Vietnam’da katledilen yüzbinlerce suçsuz insanlarla birlikte Amerikan askerlerince tecavüz edilen sonra da fahişeleştirilen kız çocuklarını biliyorduk.

Daha bitmedi Küba’daki gelişmeleri, Kamboçya’daki. Bütün bunları bilsek de biz yine de çocuktuk. Daha henüz bizim doğru düzgün bıyığımız bile terlememişti.

Evet, çocuktuk. Hâkim Bey’in suratındaki ekşime ile beliren şaşkınlığını biz neye yorumlayabileceğimizi anlamayacak kadar çocuktuk. Bugün bile hala o anı düşündüğümde, hâkimin şaşkınlığının silueti, hiç bitmeyecek gibi duruyordu sanki o anki mahkeme salonunda.

O anda mahkeme salonunun sesliğini yırtan gür bir sesle irkildiğimi hatırlıyorum.

Yakalandığım gece yüzümü yalayan ılık bir rüzgâr bu kez de mahkeme salonun penceresinden yüzümü yalıyordu. Rüzgârın serinliği, yakalandığımız o gece, ayın şavkında belirginleşen Ağ Gelin’in sulietini beynime nasıl kazıdığımı bana anımsattı.

Bir den irkildim, anımsatmayla birlikte düşlemelerim yarım kaldı.

Bu gür ses; ‘Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve Kisinger!’ diyerek sanki bağırırcasına bu satırı okudu…

Birden hiddetli bir yumruk indi masaya.

Apansız masanın üstüne yumrukla ‘güm’ şeklinde vurulmasıyla duruşma salonu sessizliğini bozuldu.

Tabiiki hâkimin bu tavrı, hayrımıza mı yoksa şerrimize mi bilemiyorduk.

Afişi açan hâkimin elinde; balyoz gibi bir güç simgesi olan betonu parçalayacak kadar hırslı, sımsıkı sıkılmış proleter (işçi yumruğu) sanki karşımızda duruyordu.

Bu yumruk bileklerine vurulan prangalı zinciri koparan emeğin simgesiydi…

Kopan zincirin halkaları havada uçuşurken, üç boyutlu gibi çizilmiş bir afiş idi. ‘‘Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger!” cümlesini, un ufak eden bu emekçi yumruğu, politize olmuş bir yaşamın en güzel ruh halini bu kadar güzel anlatılamazdı.

Duvarlara asmaya çalıştığımız bu afişimiz, Amerikan emperyalizminin aleyhtarıydı.

Kendi yaşıtlarımız arasında (biz üç kişi) Amerikan emperyalizmi aleyhtarı çocuk devrimcilerdik. Zaten çocuk olduğumuz içinde yakalanmıştık.

Çocukta olsak her şeyden önce antiemperyalisttik.

Bizim ahvalimizin yanı sıra yakalattığımız afişimizin genel formatlarındaki teması buydu.

Hâkim gür sesiyle okuduğuyla yetinmedi, bir kez daha mırıldanarak okudu: ”Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger! Hım ‘‘dedi…

Hâkim kafasını bize çevirerek, ‘Doğrumu bu? Bu afişi yapıştırırken mi yakalandınız?’ dedi,

 ‘Doğru’ dedik.

Asla bir suçlu gibi de boynumuzu bükmedik.  Çünkü biz suçlu değildik.

Çocuk kafamızla da olsa biz biliyorduk ki biz, Amerika’nın lanet olası o Marshall yardımına bizim hiç mi hiç ihtiyacımız yoktu.

Dönemin simgesi olan; süt tozu, un ve peynir tenekeleri bize, kaderimizle oynayan işbirlikçilerin, ruhlarında yatan değerin kalitesini anlatı

İlkokulda beslenme adı altında her sabah verdikleri, kaynatılmış bir bardak süt tozu da bunun eseriydi.

Ülkemizdeki yaşayan gelmiş geçmiş bütün işbirlikçiler kelli felli bir konumda olsalar da ruhları gereği iş birliği yeğlemişlerdi bağımsızlık onlara fazla gelmişti.

Olan oldu…

Marshall yardımını kabul ettik. Emperyalizmin boyunduruğuna girmeyi işbirlikçiler düşünmesede, o günlerde çocuk halimizle biz vahameti düşünüyorduk.

Sahi İncirlik- gibi en stratejik bölgemizde Emperyalizmin boyunduruğuna girmeyi dönemin işbirlikçileri düşünmesede, o günlerde çocuk halimizle bu vahametin ayrıntılarını düşüyorduk. Sahi İncirlik gibi en stratejik bölgemizde Amerika’nın ne işi vardı?

Çünkü yaptığımız işten gurur duyuyorduk.

İfademizi alan siyasi polise, karakol polis ve bekçilerine bakarsak kandırılmıştık…

Acaba biz çocuklar mı kandırılmıştık, yoksa kendileri mi?

Beyler bizi bizden sanki daha iyi biliyorlardı.

Oysa kandırılanlar kendileriydi!

İşin tuhaf tarafı; tuhaflık bu ya, biz kendilerinin kimler tarafından kandırıldığını biliyorduk ama bizi kimin kandırdığını maalesef bilmiyorduk…

Çocuktuk belki ama asla mı asla şerefsiz değildik!

Çünkü çıkarları uğruna kandırılanlar gibi asla kandırılmamıştık.

Emperyalizmin nasıl bir aşağılık mahlûk olduğunu, ülkemizi yöneten Marshall planını kabul eden işbirlikçilerden daha iyi doğruları biliyorduk. Hâkim, polislere dönerek; ” Bu çocukları kim yakaladı?” diye sordu.

Polis ve bekçiler gururla bir adım öne çıkarak ”BİZ! ” yakaladık dediler.

Bende söylüyorum ”Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger!

‘‘Haydi, gelin beni de yakalayın o zaman” diyerek hışımla aya kalkan hâkim, bir anda bize dönerek; ”Gidebilirsiniz çocuklar serbestsiniz!” deyi vermişti!

”Bir daha bu çocukları, kahrolsun Amerikan emperyalizmi yazan afişlerle yakalarsanız hakkınızda kovuşturma açarım ” diyerek, son noktayı koymuştu!

Tabiiki bu gelişme burada bitmemişti Amerikan aleyhtarı siyasi içerikli afiş yapıştırırken yakalanmamız Develi’nin en ücra köşesine kadar duyulduğu için Soner’in babası haliyle mahkemeye oğlunu görmeye gelmişti.

Soner’in babası Develi Tapu Dairesinin Müdürü idi, neredeyse mahkemeye ilk gelenlerden biriydi…

Benim ve İsmail’in babası devrimcilik hoşlarına gitmediği için zaten duysalarda gelmezlerdi.

Amerika’ya karşı geldiğimiz için hapislerde çürüyeceğimizden tutunda hakkımızda yapılan kara propaganda Soner’in babasının kulağına gitmiş midir bilinmez ama bir baba olarak yüzünde endişe izlerine rastlamak mümkün değildi.

Mahkeme Hâkimi son olarak Soner’in babasına dönerek ‘Oğlunla gurur duymalısın!’ demesiyle birde duvarları kirletme cezası olan 3-lira ödememiz koşuluyla mahkemeyi bitirmişti.

Mahkeme hâkiminin verdiği bu karar, sanki çocuk yaşlarda bizlerin, emperyalizme karşı mücadelemizde yalnız olmadığımızın bir göstergesiydi. Beklemediğimiz bir anda böylesine destek, bizde adeta şok etkisi yaratmıştı. Doğrusunu isterseniz böyle bir gelişmenin oluşabilmesini hayal bile edemezdik… Bu yüzden şaşırmıştık.

1973 yılında ülkemizin bağımsızlığından yana sadece çocuk yaşta üç genç değildik. Mahkeme kararıyla yalnız olmadığımızı gördük.

Aradan yıllar geçti çok sonraları birde 12 Eylül faşizmi üzerimizden buldozer gibi geçti. Ağır işkencelerden geçirildik Sultan Ahmet askeri Cezaevinden Metris’e varana kadar birçok cezaevlerinde bulundum. Kendi payıma ömrümün 10 yılını cezaevinde bıraktım.

Diyebilirim ki ben, biz hala da yalnız değiliz!

Kahrolsun Amerikan emperyalizmi! Ve onun yerli işbirlikçileri!

26-04-2010

_Ali Galip Sayılgan_

DİP NOT:

(*) Henry Alfred Kissinger (d. 27 Mayıs 1923, Fürth), Almanya doğumlu Yahudi kökenli ABD’li diplomat, siyaset bilimci ve siyasetçi. Ayrıntılı bilgi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Henry_Kissinger

(**)  Willem Oltmans, Küresel Terörist,   Lyndon Johnson, emrindeki en yakın adamları tarafından kendisine yalan söylenmiş olduğunu fark edince, aniden, Ocak 1969’dan sonra Beyaz Saray’da kalmayacağını, aday olmayacağını açıkladı. ABD istihbarat servislerini, denetimi dışında çalışan ‘Cinayet Anonim Şirketleri’ olmakla suçladı. Bıkkın, üzgün, gerçeklerin farkına varmış ve belki biraz daha anlayışlı bir adam olarak Texas’daki çiftliğine döndü.

Roosevelt’ten bu yana tüm ABD başkanları, diş politikalarını, tek bir Amerikalının hayatının, başka yerlerde yaşayan erkek, kadın ve çocukların canından bin kez daha değerli olduğu şeklindeki zararlı anlayış temelinde yürüttüler. İnsan hayatının değerine ilişkin benzer bir sakat anlayışla yaşayan başka bir tek ülke var: İsrail. Orada, İsrail tarafındaki her bir kaybın intikamı, daima, on katı Filistinli -taş atan çocuklar dâhil öldürülerek alınır.

Harry Truman, bu anlayışı, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların çok değerli hayatlarının daha fazla yitirilmesini önlemek için, yalnızca Hiroşima’da 88 bin erkek, kadın ve çocuk öldürerek gösterişli biçimde gözler önüne serdi. Hitler ve Göring 5 Mayıs 1940’da benzer bir karar aldı.

Eğer Hollanda işgalci Nazilere teslim olmazsa, Rotterdam bombalanacaktı. Kraliçe Wilhelmina şantaja boyun eğmeyi reddetti. Hollanda, ancak Alman Hava Kuvvetleri Rotterdam’ın merkezini yok ettikten sonra Hitler’e teslim oldu. Truman bu Nazi taktiğini Hiroşima ve Nagazaki’de tekrarladı. 1940’lı yıllara kadar gidersek, Hitler ve Truman da tıpatıp aynı savaş suçunu işlemişti.

Washington, II. Dünya Savaşı’ndan ve dünyaya egemen güç konumuna geçtiğinden beri, sıklıkla dünyanın her tarafına müdahale etti. Kore Savaşı (1950-1953), gerçi biçimsel olarak BM desteğine sahip olan, ilk kitlesel askeri kapışmaydı. Bu savaşta 33.629 ABD’li askerin ve 415.004 Güney Korelinin öldüğü ileri sürülüyor.

Kuzey Kore, tahmini olarak 2 milyon kayıp vermişti. Yine de Washington hâlâ Pyongyang yöneticilerini, Washington’dan farklı ideallere ve hedeflere sahip olduğu için, adi haydutlar olmakla suçluyor. [Sayfa:143]

Washington Vietnam’da, 1958’den 1975’e kadar askeri operasyonlar yürüttü. ABD ilk kez, altına imza koyduğu BM Sözleşmesi’nin ilkeleri dışında bir savaşa girmeyi tercih ediyordu. Komünist blok da dâhil, dünyanın geri kalanı Amerikalıların Asya’da işlediği savaş suçlarına izin verdi çünkü ne BM’nin ne de başkalarının onlara karşı yapabileceği hemen hemen hiçbir şey yoktu. 1960’lı yıllarda Hollanda’da hiç kimse, o sıralar dost bir devlet başkanı olarak bakılan L.B. Johnson’a, ciddi biçimde hapse gönderilmeyi hak eden bir kitle katili ve bir savaş suçlusu demiyordu.

ABD Vietnam’da yaklaşık 58 bin askerini kaybetti. Vietnamlı kayıpların sayısını pek az kişi bilir çünkü bunu kimse önemsemiyordu. Washington ve çevresinde yerleşik, yabancı ülkelere kötü niyetli saldırılar yapmak üzere biçimlenmiş Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı, CIA ve çeşitli diğer terörist örgütler sayesinde Vietnamlı kayıpların sayısı milyonlara ulaşıyordu.

 1950 ve 1975 yılları arasında Asya’daki iki büyük savaşa ek olarak, ABD dünyanın hemen hemen her kıtasında sürekli olarak terörist eylemler gerçekleştirdi. Kuzey Amerika, neredeyse iki yüzyıldır askeri çatışmalardan uzak kalmış bir yeryüzü parçasıdır. ABD halkı, ‘Amerikan kalesine saldırılamaz’ inancını apaçık bir gerçek gibi kabul etmeye başladı. Gerçekten de dünyada hiç kimsenin herhangi bir şekilde misilleme yapacak durumda olmadığının farkına varan Amerikalıların, dünyada yalnızca kendilerinin, istediğini yapabilecek ve seçtiği herhangi bir hedefe saldırabilecek konumları nedeniyle, basiretleri bağlandı.

Soğuk Savaş yıllarında sürekli bir nükleer çatışma tehlikesi vardı. Bu dehşet verici gerçeklik, bir ölçüde Washington’un dünya işlerinde çok gaddarca davranışlarda bulunmasını engelliyordu. Fakat SSCB’nin çöküşünden sonra, uluslararası ilişkilerin her düzeyinde ABD tek yanlılığının ve Amerikan zorbalığının önünde alabildiğine geniş bir alan açıldı. Dünyanın çevre sorunu üzerine hazırlanan Kyoto Protokolü bile artık ABD tarafından uyulması kabul edilen bir anlaşma değil.

Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ne bile Washington’da bir baş belası olarak bakılıyor. ABD yıllardır BM’ye borçludur ve hiçbir zaman kendi aidatlarını, birçok uygar ülke gibi, zamanında ödemedi. Çok yaşlı ve artık yürüyemeyecek durumda olan bazı dangalak Amerikalı yasa yapıcılar, ABD’nin BM’ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini önlemek için oy vermeye tekerlekli sandalye ile getirildiler. [Sayfa: 144]

(***)  Ağ Gelin’in Develi’de yaygın bir efsane şeklinde anlatıldığını belirten Kadir Özdamarlar, taş kesilme motifine uygun olan bu ağıtın öyküsünü şu şekilde anlatmaktadır.

“Koçgun Devri” adı verilen 1603-1607 yıllarındaki isyan ve soygun hareketlerinde Develi’de etkilenmiştir. 1603 yılında ünlü eşkıya Tavil Mehmet’in yine Han Mehmet adındaki eşkıyanın yaptığı kötülükler ile aşiretler arasındaki kanlı çatışmalar meşhurdur.Ağ Gelin efsanesi de bu kötü günlerin izlerini taşımaktadır.

Efsanenin halk tefekküründeki gelişimi şöyledir: Develi’den bir Türkmen obası, Erciyes’in güney eteklerinde bir yaylaya çıkarlar. Bu obada, ahlaki ve fiziki güzelliğinden dolayı Ağ (Ak) Gelin adı verilen bir gelin vardır. Kocası ve iki çocuğu ile beraber mutlu yaşarlarken, kocası gurbete çalışmaya gitmiştir.

Develi çevresinde yaşayan bir eşkıya, güzelliği ile şöhret bulan Ak Gelin’e göz koymuştur. Sahipsizliğini de anlayınca, bir gece obayı basarak kaçırmak ister.

Namus timsali Ak Gelin, olayı anlar; gece karanlığında iki çocuğunu ve küçük sandığını yanına alarak, karışıklıktan da faydalanarak gizlice Erciyes’e doğru kaçar.

Erciyes’in ortalarında öyle bir yere gelir ki, ilerisi uçurum gidilmez. Geriye dönse eşkıya. Gözyaşları ve çaresizlik içerisinde ellerini açar ve Allah’a yalvarır: “Allah’ım! Beni ve çocuklarımı ya taş et, ya da kuş.”  Duası, kabul edilir. İlk defa taş et dediği için, onlar taş kesilir.

Güneş doğunca oba sakinleri ve eşkıya; Ak Gelin, iki çocuğu ve çeyiz sandığının hayretle ve şaşkınlıkla taş kesildiğini görürler. Günler sonra obaya dönen kocası olayı annesinden öğrenir. Koşarak ailesinin taş kesildiğini görür.

Uzaklardan bir ses duyar: “Yiğidim namusunu bir eşkıyaya çiğnetmedim. O eşkıyadan ahtı mı koma.” Bu ses Ak Gelin’in sesidir. Delikanlı taş kesilen ailesine bakarak: “Alırım ahtını, koymam Ak Gelin!” diye haykırır.

Bu yazı GENEL kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.