Yarattığı uluslara ödül verme hakkı, bize değil, burjuvaziye ait olmalı…

Neden ve ne için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı?  Gelin birde bu açıdan bakalım, ne dersiniz? Eğer bu önerme sosyalist toplum sonrası için söyleniyorsa buna ne gerek var? Sosyalizm çağında ulusçuluk gibi milliyetçilik ögelerini bünyesinde taşıyan (adeta geri bir yapılanmaya) övgüler düzülerek böbürlenmeyle zaman geçirmeye ne bir ihtiyacımız var nede buna zamanımız olacak. Yok ille de biz bu meziyetle mastürbasyon yaparak tatmin olmayı yeğleyeceğiz ve sosyalizm kendi deviniminden işte böyle ömür tüketsin diye saçmalıklar öneriliyorsa  en iyisi biz, böylesine absürt önerileri almayalım.

Yeri geldiğinde Lenin ve Stalin’in öğretilerini eleştireceğiz elbette biliyoruz sırf bu yüzden bizi Troçkist sanacaklar olsun sansınlar. Türk solunda ak kara mantığı vardır ya ak olacaksın ya kara bunun dışında başka bir çizgi olamaz. Buna göre kazara da olsa Lenin’i Stalin’i asla eleştiremezsin ‘salakça bulduğum bu tutuma göre’  -ezberlerinin dışında bir şey söylendi mi-  anında Troçkist damgası yersin. İptidai dinozor beyleri, biz; kendi çöplüklerinde oyunlarına devam etmesini öneriyoruz.

Her şeyden önce şu bilinmelidir ki mutlak doğru diye bir şey yoktur. Sadece doğanın kendince mutlaklaştırdığı belli yasaları vardır. Kaldı ki bilim ve tekniğin gelişimiyle oluşum kanunlarına ufak bir müdahaleyle o bile değiştirilebilir hale gelebilir. Buradan hareketle biz sözü Lenin ve Stalin’e getirmemiz gerekirse, her ülkenin devrimcisi kendi ülkesinin koşullarına göre, daha da önemlisi kendi döneminin koşullarına göre  devrimci mücadeleyi geliştirmesi gerektiğinin devrimci ruhunun neresi acaba anlaşılmaz? Evet anlaşılmaz bir tarafı olduğu kesin. Devrimci deneyimlerin evrenselleştirilmesi mutlaklaştırılması hatta Marksizm adına mutlaka ve mutlaka, uyulması gereken zorunlu yasalar gibi dolaylı olarak misyon yüklenmesine karşı olduğumuz gibi, o türden Ortodoks Marksistlerin dönemine bir nokta koymanın zamanının geldiğini de iyi biliyoruz.  Lenin ve Stalin dönemin şartlarına göre gerekeni yaptılar. Kendi şartlarına göre kafa yorarak çözüm üretmeye çalıştılar. Elbette ki bu noktada bizim bu türden deneyim sahibi olan devrimcilerden yaralanmamız gereken çok şeylerin olduğunu biliyoruz. Gerektiğinde de günümüz koşullarında bulunduğumuz konseptimize uymayan düşünceleri, önermeleri eleştiremeyeceğimiz anlamına gelmeyeceğine göre, bilinç altlarında Trockist etiketi taşıyanları (biz daha fazla gülünç bir duruma düşürmeden kabızlığa meal vermeden yardımcı olalım)  zahmet etmeyin, çünkü; biz Troçkist falanda değiliz. Biz ne Maocu, ne Leninci, ne Stalinci, ne de Trockist’iz biz sadece Marksistiz, Sosyalistiz. 

Görüldüğü gibi her devrimci lider Marksizmi algıladığı kadarıyla kendi koşullarında Marksizmi yorumladı o doğrultuda da devrim yaptı. Malum gelişmeleri hep birlikte biliyoruz. Soyguncu kapitalizm karşısında başarısız oldular. Başarısız olması gereken Kapitalizm olması gerekirken sanki doğanın yasaları tersine işledi, acaba neden?

Bu yıkımdan sonra sosyalizmden neyi anladıkları şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu?

O kadar üretime katıldıktan sonra işçilerin yaşam koşulları kuyrukta geçiyorsa, kapitalist bir ülkede yaşayan kendi sınıfındaki işçiden daha bir geri olanaklara sahipse, demokrasinin en güzeli kendisinde olması gerekirken, Kapitalist ülkelerdeki düzenlere demokrasi dersi vermeleri gerekirken, tek parti eşliğinde demir perde gibi (diktatörlük gibi)  kavramlara maruz kalan işçiler, aslında hiç olmamış bir sosyalizme yani adı değiştirilmiş bürokratizme  sosyalizm diye sahip çıkmaları ancak bu kadardı/bu kadardır!

Yukarıda da değindiğim gibi her ülkenin devrimci liderleri kendi koşullarında Marksizmi algılayabildiği kadarıyla, Marksizmi yorumlayabildiği kadarıyla sosyalizmi kurduklarını sandılar. Yukarıda da yer verdiğim gibi biz sadece devrimciyiz!  Biz sadece Marksist öğretinin insanlık için önerdiği Marksist’iz ve Sosyalistleriz. Ya da diğer bir anlatımla hem Sosyalist hem de Marksist olmaya çalışıyoruz. Tarihimizde baş gösteren ne malum Ortodokslarımızdan, ne de şu ‘cu , bu cu’ larımız dan hiç değiliz.

En iyisi biz bu türden absürtlükleri tarihin o meşhur çöp tenekesinde bırakalım gitsin. Biz yalın halde Marksist olmayı yeğliyoruz. Yani basit bir tarz da anlatmak gerekirse şatafata hiç mi hiç gerek duymadan şimdilik hepsi bu diyebilmek sanırım en güzeli.

Bu kadardan parantezden sonra konumuza dönecek olursak: 

Bireysel ve toplumsal olgunlaşmanın doruk noktası olan sosyalist toplum kapitalizmin aşamadığı kapitalizmin yapamadığı kısacası kapitalist düzen döneminde ütopya olan, sömürüsüz bir dünyanın, eşitlik ve refahın birebir realitesidir. Tabiiki kapitalist soygun düzeninin simgesi olan fakirliğin üstünden geçen ağır tonajlı silindir gibi o devasa makinenin parçalanarak yeniden örgütlenmesinde doğacak emeğimizin güneşi olacak o sosyalizm. 

Sosyalizmde sosyalistler işi gücü bırakıp kendisinden daha geri olan ‘ulus’ ve ‘kader’ gibi absürtlüklerle uğraşacaksa, oldu olacak birde kahve falına baksın deriz. Burjuva toplumlarından devralınan ‘ayrımcı ulusal kategorilerle’ insanların; a-) ulusundan, b-) ulusundan  gibi tabirlerle ayrımcı tasnifçiliği, birde biri birini anlamamak için üretilen dillerin farklılığı vs. davranışların sembolü olan yöresel alışkanlıklara da kültür denildi mi mevcut ortak paydanın kriterleri ortadan tamamen kalkmaz mı dersiniz? 

Böylesine bir ulusun (irili ufaklı yüzlerce ulus ve milliyet var)  hangi kaderinin tayin hakkı geçerli olacak? Kaderden bahsedilen (önerilen)  ayrılmaksa ve ayrılıp devlet kurunca bu mantaliteye göre kendi kaderini tayin etmiş oluyor. O halde sormak hakkımız klan ve aşiret devletleri de neden olmasın? Bu saçmalıkları sosyalizmde barındırmayı düşünmüyorsunuz her halde.  Elbette Klan ve Aşiret devletleri bizi rahatsız etmiyor, a- ulusundan tutunda, b- ulusunun ‘kendi kaderleri tayin hakkı’ nı kullanarak istiyorlarsa ayrılabilirler, “biz de bu hakkımızı kullanıyoruz”  diyerek ulusal çitlerini çekebilirler. (Bize göre gerici bir uygulama olsa da o insanlara göre gerici olmayabilir)  ille de gerici bir geri uygulama olacaksa, bu bir yere kadar bizi rahatsız etmez. 

Tabiiki bu bir yere kadar.

Bizi rahatsız edecek ana unsur elbette ki olacak. 

O da dünya halklarının baş düşmanı olan emperyalistlerle (ulusçuluk adına)  iş birliğine tutuşması, yeni dünya düzeninde ayakta kalabilmek için emperyalistlerin koruma şemsiyesi altına girip, sözde halkların, sözde ulusların bu türden iş birlikçi gerici adımları tabiki bizi bu noktada da rahatsız eder.

İkincil olarak bizi rahatsız edebilecek konuya gelince : 

1- İnsanlar bu yer yuvarlağında tektir, eşit doğarlar, yaşarlar, belli bir yaşam sürdüren insanlar yaşlanıp bir şekilde de ölürler.

2- Üstün insan, veya üstün insan ırkı gibi saçmalık, dezenfekte edilmesi gereken mikrop saçan  ayrımcılık hastalığıdır.

3- Bütün dünya insanları eşittir ve bu eşitlik koşulları içinde kardeşlik şiarı içinde bir arada yaşamak zorundadır.

4- Ayrımcılığı körükleyen, bir birlerini özellikle anlamamak için uydurulan bu diller sayesinde yabancılaşma baş göstermektedir. İnsanların bir birine karşı yabancılaşmasını sağlayan dillerin farklılığı kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır. 

Dil bir iletişim aracıdır ve de özle olmak zorundadır, bu olay sadece ayrımcılığın adı olan bir ulus’a ait iletişim aracı değil bütün dünya insanları için kendisini ifade edebilmesi için ortak bir dile sahip olmak zorundadır. Dolayısıyla ‘ulus’ ayrımı gibi gerici bir zihniyet buna haliyle engeldir. Ulus motivasyonu ilk başlarda ürettiği o uyduruk dilinin meşrulaştırılmasıyla A-Ulusu, B-Ulusu  gibi, C-Ulusu  Vs. gibi dil ayrımıyla perçinlediği bu ayrımcılığı, yaşadığı toprağına ulusal çitler çekerek  resmi bir ayrımcılığın ana hatları “ulus”  adı altında şekillendiğini daha farklı bir tarzda detaylandırmaya bilmem gerek var mı? 

A- Dili mi olmalı yoksa B- dili mi? Gibi ayrımcılık yapmak = (içinde)  mide bulandırıcı milliyetçi ögeler taşır.

5- Dünya’da hangi dil fazla kullanılıyorsa o dil, resmi dünya dili ilan edilip resmi dünya dilinin yaygınlaşmasında radikal kararlar alınmalıdır. İnanıyorum ki bu radikal kararlar ışığında 3-4 nesil sonrası dünya dili konusunda çok önemli gelişmelerin ortaya çıkacağını da çok iyi biliyorum.

6- Ana okullarında dünya dilinde çocuk eğitimi yapılmalı, okullar da ve yüksek okullarda bu dilde eğitim yapılmalıdır.

Dünya ölçeğinde (ayrımcı bir ifade tarzıyla da olsa) halklar dediğimiz insan topluluklarında bir birini anlamayan ve bir birine yabancılaşmış insan topluluklarından ön yargısız bir şekilde bir arada kardeşçe yaşamayı ne için ve ne ölçüde isteyebilirsiniz ki? Bunun için milyarlarca insan bir birilerini anlamaları için bir tercüman gibi bir aracıya ihtiyaç duyma yerine aynı dili bizzat kendileri konuşmak zorundalar.

Unutulmasın ki kardeşçe yaşamak aynı dili konuşmaktan geçer. Aynı dili konuşmayan ulusal çitlerle bir birinden ayrılmış ‘uluslar’  yani (insanlar)  kardeşçe yaşama yerine kendi burjuvazilerinin şovence propagandalarının devreye girmesiyle bir birini anlamamanın önünde engel olan dil etkeniyle birleşen bu yeni süreç çok hızlı bir şekilde ön yargıları doğurarak düşmanlığın hakim olması her zaman an meselesi potansiyeliyle her zaman yüz yüzedirler

7- ‘Ulus’  ayrımcılığı gibi gerici daha da kötüsü bir birinin üzerinde üstünlük taslayan faşist zihniyetlerin bire bir bulamacı olan ayrımcı ‘ulus’  zihniyeti (aynı dilin konuşulmasıyla)  ön yargılarla birlikte yabancılaşma da ortadan kalkacağı da ayrı bir gerçekliktir.

8- Globalleşen insanlığın bu zihniyettin de (ulusal çit)  dediğimiz sınırlara ihtiyaç kalmayacağı gibi insanlığın bu yeni modelinde belki de buna hiç bir zaman eskiye ihtiyaç duyup yıkmayacaklardır.

9- Gelişen yaşanan benimsenen bu tarza göre alışık olduğumuz ve de çok aşina olduğumuz ayrımcılığı koruyan ve kollayan ‘ulus devletlerine’  sizce ihtiyaç duyacaklar mı?

10- Ben sanmıyorum.

ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETME KARARI 

Ortada cafcaflı gözüken bu slogan var. Adeta efe gibi ortalıkta geziyor. Kenger sakızının lezzeti gibi adeta ağızlardan düşürülmüyor. Bu slogan bana; şişmiş bir balona iğnenin değmesine, balonun o andaki kaderini anımsatır, nedense!

Bu sloganın müsebbiplerine sormak yerinde olmaz mı sosyalizm dediğiniz düzene geçtiğinizde (sınırlarınız içinde irili ufaklı yüzlerce binlerce ulus ve Ulusçuluklar vardı)  neredeyse tekrarlana tekrarlana aşındırılan malumumuz olan  ‘kaderleri’ neden tayin edilmedi? Neden proletaryanın genel çıkarlarına peşkeş çekildi ki? Buna göre perşembenin gelişi çarşamba’dan belliyse Marksistlerin olmazsa olmazıymış gibi üzerinde binlerce tumturaklı kelime binlerce tumturaklı sayfa üretmenin ne anlamı var ki?

Boş önermelerin diğer bir anlamı da ‘maksat, dostlar alışverişte görsün’  den öteye başka ne anlam taşıyabilir ki?

Burjuvazinin daha iyi sömürmek için ürettiği uyduruk ‘ulus’  ayrımcılığının kaderlerinin tayin hakkı sosyalistlere düşmez. 

Ödül verme hakkı bize değil, tam tersine bay burjuvaziye ait olmalı!

Hiç bir şekilde ‘ulus’ gibi gerici bir ayrımcılığın olmadığı dünya yüz ölçümünde gericiliğin ve ayrımcılığın baş müsebbibi olan burjuvazinin ve her şeyi talan eden kapitalizmin sonunu böylesi bir bilinçle donanan insanlar getirecektir.

Birde aynı devlet içinde ayrı bir ulusun egemen devlet güçleriyle çatışması (ülkemizde Kürtlerin durumu)  olabileceği gibi, ‘Halkların Kardeşliği’  gibi yapay sloganlarla kurulan dengenin bozulmasında(Yugoslavya örneği)  bir birini boğazlayan halklar bilinmelidir ki figüranın bizzat kendileridir. Halk ismi altında birini boğazlayan bu zavallı figüranların arkasında acaba kim vardır dersiniz?

Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan durumun kotarılması için tek kurşun dahi atmayıp elini geri planda zevkle ovuşturan burjuvazinin ta kendisidir.

Eğer sorun kapitalist üretim ilişkilerinde yer alan bir örnek üzerinde detaylanacaksa tabiiki sorunu şu noktada anlaşılır görürüm.                                    

Grafiğimizde de görüldüğü gibi grafiğimiz, (ulusal çitle çevrili her  hangi bir ülke içinde)  pastanın çeşitli dilimlere ayrılarak pay edilme  durumunu simgelemektedir.

 Sınıflı kapitalist toplumlarda burjuvazi ilk başta pastanın tamamına  sahip olmak ister pastaya sahip olma yada paylaşım (kurulan statü  gereği)  örnek olarak verdiğimiz pasta diliminin paylaşımı şartlara ve  tarihsel gelişimine göre değişir.

Kendi ulusal çitlerimize gelince: (1.Çeyrek, %58)  olan, mavi rengin temsil ettiği en büyük pasta dilimi diğer renklere karşı bire bir (hegemonyaya yarışında)  tahammülsüzlüğün milliyetçi bir argümanla hakimiyet sağlamaya çalışır. 

Aslında çatışmanın ana kaynağı olan burjuvazinin doyumsuzluğudur. ‘Tek bir ulus’  kavramıyla ‘diğer bir ulusun varlığını’  ret etmesi diğer ulusa ait doğmakta olan burjuvazinin mevcut pastadan pay isteme meselesidir kaosun ve de savaşın asal nedeni.

Kendi yapılanmalarını ‘Halklar Hapishanesi’  olarak tanımladıkları insanları bir birinden farklılaştırılarak ayrımcılığın adını ‘Ulus’  olarak tanımlamıştır. Böyle bir ayrıma tabi tutan burjuvazi, birden fazla ‘Ulusların’  bir arada yaşadığı kozmopolit toplumlarda 4 Çeyreğin (%9) , 2 (%23)  ve 3 Çeyrekle (%10)  çelişkisi olduğu gibi, 3 Çeyreğin (%10),  2,4’le (%23)  olan kendi aralarındaki çelişki mütemadiyen hep var olmuştur.

Hepsinin de pastanın en büyük dilimine sahip olan, hakim sınıf adına pastanın en büyük dilimine sahip olan burjuvazi ile yani 1- Çeyrekle (%58)  olan çelişkinin kaynağı hep var olmuştur. 

Tabiiki anlatımlarımız statü içinde resmi olarak mevcut pastadan paylarını alan ‘Ulusal Burjuvazi’ lerle ilgilidir. Tek hücreli amipler gibi insanların gruplaşarak ayrıştığı ulus saflaşmasında kendisini farklı hisseden insan topluluklarına (inkarcılık nedeniyle yüzde yüzlük pastaya sahip olma adına)  o furyada bölünen insan gruplarının farklılığını yok sayarak dilini ve örf ve adet dedikleri davranış şekillerini bile kendi soyuna mal eden şoven bir burjuvazi sahip olduğu pasta dilimindeki aslan payını tabiiki paylaşmak istemeyecektir.

Ulusal çit içinde yaşayan birden fazla ulus ve uluscukların palazlanmakta olan burjuvalarının çıkarları bire bir çakışmadığından dolayı , çıkarı bozulan palazlanmakta olan kendi burjuvalarının diğer bir ulusun burjuvazisiyle aynı pastayı paylaşmaya yanaşmıyorsa, kendi var oluşu için ayaklanmayı seçiyorsa, ‘kendi ulusum dediği’ aynı dili aynı kültürü paylaştığını söylediği bu insanları ayaklandırmayı sağlayabilmişse, burada asıl sorun; doğmakta olan burjuvazinin var oluşu ya da yok oluşu sorunudur.Sınıflı kapitalist toplumlarda ulusal muhtevalı her savaş gizde kalmış burjuvazinin kendi savaşıdır. (abç. AGS)

Bugün Kürdistan dağlarında ölen öldüren her savaşçı (İlle de ayrı bir devlet kurmak için savaşıyoruz diyorlarsa) ister bunu desinler isterse bunu demesinler, unutmasınlar ki kendi burjuvazisi adına savaştığını bilmek zorundadırlar. 

Madalyanın öbür yüzü olan resmi devletin askeri ‘vatan savunması altında gizlenen’  asıl savaşı nasıl kendi burjuvazisinin ulusal çıkarlarını koruduğu için ‘şehitlik’  yalanıyla kandırılıyorsa, diğer tarafta‘şahadet’ e ulaştığı söylenen bir örgütün savaşçısı yada gerillasının amacı askerden farklı değildir. 

Tarihin her döneminde her olasılığı kullanan burjuvazi tek kurşun bile atmadan üretim araçlarının sahibi oluverirler . 

Tumturaklı kelimelerin yanı sıra yerine ”cuk” diye oturan bir ulus tarifine burada pek de o kadar ihtiyacımızın olduğunu söylememize hiç gerek yok. İşin tuhaf tarafı buna ihtiyacımızda yok. 

Bu işin meraklıları kendi dönemlerinde (yani ulus kavramının revaçta olduğu kendi  dönemlerinde)  oturup bu konunun üstüne ciltlere sığacak (hepimize yetecek)  kadar kitap bile yazmışlar.

İnsanlar bu kavram uğruna ölmüşler, öldürmüşler (Tradisyon)  dediğimiz ( Gelenek)  hala bir şekliyle revaçta…

‘Ulus ve Ulusal’  sorun bazında tarihi harmanladığımızda sonu milyonlarca insanın ölümüne neden olan ulus olma savaşlarının psikolojisinde ilk baştan kendine haklılık payesi veren savaşacak bireyleri bu konuda motivize (*) eden (vicdan)  kendi sömürüsünün haklılığı peşinde. 

Bugün bir şekilde savaşın icatçısı unvanıyla övünebilecek bir aşamada olan insan oğlu, dün Ulus devletlerinin kurulması için toplumsal çalkantının yanı sıra iç savaşları (uluslararası savaşları)  yaşaması yaşatması gibi önemli hünerlerinden birisine sahiptir.

Yukarıda insanlığın ‘ölümlere neden olan savaşın, kendine göre haklılığının(!) vicdanen iknası peşinde’ derken herhalde bu varsayımı burada iş olsun diye söylemedik. Çünkü bu vicdan, ‘haklı savaşlar ve haksız savaşlar’  tarzındaki tanımlamalarıyla ikiye ayırabilmekte. Bu tasnifin sonu elbette ki yine ölümle bitecek olan bir kazanımın, bir savaşın (kendine göre haklılığı)  tartışılmaz olacak kadar mutlaklaşabilecek tarzda sizce birebir ‘masum’  argüman mı dır?

Tarih sahnesinde yerini alan insanlık farkında olmadan ulusal ayrımcılıkla yüz yüze bıraktırılmıştır. Bir birinden farklılaşma coğrafyasal ayrışmayla tamamen netlik kazanırken iletişim aracı olarak gereksinim duyulan dilin farklılaşması da bu sürecin içinde evrimleşmesiyle ünlüdür. Temeli ve de mayası aynı olan insanı bir birinden ayıran ‘Ulus’ a ait bir sıfatın yanı sıra, dil’in farklılaşması insanları bir birinden ayrıştırmanın önemli etkeni olmuştur.

Ayrımcılık insanları bir yere toplayıp tasnif etmekle ‘sen şusun-sucusun / sen busun-bucusun’  demekle tabiiki bitmiyor. Öyle bir şey olsaydı “sucusun, bucusun”  diyen resmi ağızları pek kale almayıp ayrımcılığın tamda bu nokta da doğmasıyla ölmesini de bir arada yaşamış olurduk. Bugün bizimde böyle bir sorunumuz olmaz ve işimiz daha kolay olurdu.

Ama öyle olmadı.

Yaşanan bu sürece biz bu noktada (damıtma/ imbiklenme)  süreci dersek belki de ileride sorunun kavranmasında önemli bir noktayı (atlamadan geçmemiş)  olmamıza ışık tutacağını düşünmekteyim. En sağlıklı tanım sınıflı toplumların filiz vermesiyle ortaya çıkan bir sürecin etiğidir bu. Kölecilikle başlayıp feodalitenin sonlarına rastlayan hakim düzenin varsayımcıları olan egemenler insanları daha kolay sömürebilmek için paylaşımın ta kendisidir.

Birincisi: sorunsuz bir sömürü için önce uluslara bölünen insanların paylaşımı,

İkincisi: toprağın paylaşımı

Üçüncü aşamasında ise: ikisinin de bileşkesi olan (yani her iki uygulamayı da içine alan)  ulusal çitler dediğimiz sınırların çizilmesidir.

İnsanların bir biriyle yabancılaşması yukarıda saydığımız bu (uzun erimli)  üç aşamalı tarihsel sürecin yaşanılmasıyla gerçekleşmiştir. Bir anlamıyla ulusal çitler altına hapsedilen insanlar kendi aralarında iletişim sağladığı dillerin farklılaşmasına değişerek gelişmesine neden olurken bir birinden kopuk uzak coğrafyalar içinde yaşayan insan topluluklarındaki dilin kullanımı bir birlerini hiç anlamayacak yeni bir dilin doğmasını ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.

Ulus kavramının işte bu nokta da toprak vs. dil bütünlüğü dediğimiz egemenlerle başlayıp burjuvaziyle şekil alan (bunların işini kolaylaştıran)  yapay uyduruk etkenler süreç içinde bu kez yapaylığın farklı bir şekilde değişmesiyle (benimsenmesiyle)  asallığa dönüşmesine neden olmuştur.

İleride ulus adını alacak insan toplulukların bölünerek sömürülmesine neden olan egemenlerden burjuvaziye (**) varan bir sürecin boyutunda insan topluluklarının yönetilerek sömürülmesinin kendileri için önemli bir elzem olduğunu fark ederek bu mirasın sahibi olarak bu düşünceye bire bir boyut veren ilk kez burjuvazinin kendisi olmuştur. 

Burjuvazi tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte ulus kavramı da ki son halini tarih sahnesinde çoktan yerini almıştı. Uluslara tasnif edilerek bölünüp sömürülmek kolay olurken ulusal milliyetçiliğin körüklenmesinde dozajının ayarını vermek gene burjuvazinin asli görevleri arasına girmektedir.

Yapay ulusal kategori şekline dönüşen milliyetçilik/ayrımcılığa, ayrımcılık/yabancılaşmaya dönüşür. Burjuvazi tarafından keskinleştirilen milliyetçiliğin diğer kategorisi si olan şovenizmin devreye sokulmasıyla bir anda kendi sınıfına ait olan (bir ömür boyu yaşam yazgısı aynı olan)  işçi yoldaşına ulus ayrımcılığı adı altında çok rahat düşman edebilme de başarı sağlayabilmekteler.

Bay burjuvazi milliyetçiliği körükleyip kendi sınırları içerisinde çeşitli kategorilere bölünmüş ‘ulus ve milliyet’ adı altında tanımlanan bu topluluklar arasında (düşmanlığı körükleyip)  kimi zaman biri birinden görece üstünlüğün  yalanlarını nifak tarlasına ekerken, yeri geldiğinde kullanmak için bu türden düşmanlıkları gündemde var olması için, sürekli canlı tutmada özel bir çaba göstermiştir. 

Aynı ulusal çitler içinde bir arada yaşamak zorunda olan bir birinden farklı birden fazla uluslar ve milliyetler arası ayrımcılıkla ırkçılıkla gündem değiştirerek sınıf mücadelesini komaya sokmak isterken,(sömürüsünü çok rahat yürütebilmesi için)  sınıf mücadelesinin girdiği koma uykusundan hiç bir zaman uyanmasını istememiştir. Kimi zaman bir birinden dil / din  farkıyla farklı suni ayrımcılığın gerçek adı olan ‘ulus’  adı verilen tasnife uğrayan milyonları bulan kalabalık insan öbekleri, burjuvazinin ussal benliğinden kopan demografik eseri olan ‘ulusların’  bir arada yaşamak zorunda kaldıkları (Ulusal Çit’ ler)  dediğiz ulusal sınırlarla çizilmiş topraklar bu kez ‘vatan’  ismini alırken, vatanın içinde körüklenen bu temelde baş gösteren ayrımcılık ‘ulusal sorun’  kavramı adı altında ‘ezen ulusla, ezilen ulus’  gibi tanımlamalarla aslen mevcut olması gereken sınıfın mücadelesinin üstüne ölü toprağını serpmek istemiştir.

UYDURUK ULUSLAR VE ULUSAL IRKÇILIK

İnsanlığın evriminde yerini alan mağara döneminden  ilkel komünal topluma, bu toplumdan günümüze kadar geçirdiğimiz sürecin içinde ırkların ve ulusların nesnel özelliklerini irdelediğimizde uğruna savaşlar çıkardığımız kutsallık gibi önem verdiğimiz ulusların ne kadar uyduruk olduğunu görürüz.

Sosyolojik açıdan toplumun içinde bir kast olarak gelişen sonra toplumu etkisi altına  alan egemen sınıfın doğuşu ulusların muştusunu vermiştir. Bu sınıf gideren köleci dönemde köle sahibi, feodal dönemde senyör, kapitalist dönemde burjuvazi karakterine bürünmüştür.

Bu gün burjuvazi diye  tanımladığımız dönemin egemenlerince  yarattığı uluslara ödül verme hakkı bize ait olmamalıdır. Ulusların tümü uyduruk olduğu gibi bir  o kadarda yapaydır. Uluslar dönemin egemeni olan bu günün ise  tarihsel açıdan burjuvazinin eseridir.

VATAN KAVRAMININ DOĞUŞU: 

Marksın söyledi şu ünlü sözünü yorumlayacak olursak; ‘proletaryanın yurdu (vatanı) yoktur’  der Marks. Vatan kavramına ilişkin proletarya diye kast edilen işçi sınıfına  gelince, elbette sadece işçi sınıfına zimmetli bir kavram değildir. İşçilerin ille de bir vatanı olacaksa sınırlarla çevrilmemiş olan, koskocaman o yuvarlak dünyanın tamamı, Proletaryanın gerçek vatanıdır.Yani sınırların olmadığı sınırsız toprak parçası dediğimiz dünyanın kendisidir vatanı. Proletaryanın bu vatanında burjuvazi dediğimiz asalak parazit bir sınıf asla var olamaz. İşte bu sınırsız özgür vatan, sömürünün olmadığı özgür bir dünyanın bire bir ta kendisidir. 

Vatan proletaryayı zapt-ı rapt altına alan onu ulusal çitler altına hapseden, hapsederken de kendi mülkiyetinin korumasını yapacak olan özel silahlı ordunun  yaratılmasını örgütleyen azgınca sömürünün örgütlenmesi için sınırların çizildiği toprak parçasına vatan denilmektedir.

İlk giriş de kısaca değindiğimiz gibi, ulusal kimlikler adı altında burjuvazinin ayrımcılığının demografik eseri olan ‘ulus’  ların kendi aralarındaki çatışmasına şovenizm/milliyetçilik denirken, aynı ulusal çitler içinde yaşayan kimi azınlık ‘uluslar’ (bir arada yaşayan ve sayıları milyona milyonlara varan bu insan öbekleri)  resmi otoriteye karşı baş kaldırıp savaşmasının anlamına gelince : bir arada yaşayan ve sayıları milyona milyonlara varan bu insan öbeklerinin doğmakta olan kendi burjuvazisinin  mevcut pastadan pay almak istemesinin adıdır asıl kavga.

Sonuçta adına ulus denilen bu ayrımcılığın bu tasnifçiliğin demografik eseri olan (ilkel yapılanmalar adına)  bu kümeleşmeye eklenen ulusal çitlerin çizilme eylemi, vatan kavramının doğmasına neden olmuştur.

”Vatan nedir, ve kimindir?” sorusuna yanıtımızı merak edenler bu başlığı tıklamaları yeterlidir.

Devrim mücadelesinin olmazsa olmazı olan sınıf mücadelesini bir tarafa bırakıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının aciliyetiyle uğraşmak bu kez sınıf mücadelesinin aciliyetini rafa kaldırmakla yüz yüze kalırlar. 

Marksizme katkı yaptıkları tarzında düşünülen devrim yapmış ülkelerin liderlerinin eserlerinde bu sorun irdelenirken ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı  gibi öngörülerinin detayında kast edilen ulusun burjuvazisinin özgürce kendi işçi sınıfını/ kendi köylüsünü sömürmesi örtük kalmıştır.

Buna göre aslen ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı  değil, ulus kavramında gizlenen burjuvazinin kendi kaderini tayinine yakılan ışığın bire bir kendisidir. Bu ayrıma göre bağımsızlık savaşı verdiğini söyleyen bir ‘ulus’ a ait gerilla örgütlenmesi aslen çok lafını ettikleri (bize göre)  gerçekten ‘ulus’ una ait gerçek bir bağımsızlık savaşı değil, bu gerilla gücü, doğmakta olan yeni burjuvazinin silahlı birliğidir.

‘Ulus’ diye tanımlanan bu kendi halkı ‘bağımsızlığına’  ulaşmış olsalar bile burada kast edilen bu ‘ulus’  yine bağımsız olamayacaktır. Yıldızı, eski köhnemiş baskıcı statüye karşı çıkan ve bu savaşla parlayan çiçeği burnunda bu yeni burjuvazi, ‘ilerici gözüken barutunu’  kısa bir süre sonra tüketeceğinden dolayı (yani kendi halkının sömürülmesinde en önemli aslan payını almasıyla)  gericileşmesi kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.

Burada bağımsızlık uğruna savaşarak ölen ‘vatan’  kavramının illüzyonistik gizemiyle etkilenen bu uğurda ölen bir savaşçıya şehit yada şahadete ulaştığı tanımı gündeme getirilmekte. Tamda burada sormak belki de tam zamanı: şehitlik yada şahadet neye göre tanımlanmakta?

Burada tanımlanan ‘şehitlik’  ya da ‘şahadet’  (popilize edilmiş ölüm (abç) Ags) yada doğmakta olan burjuvazinin çıkarları uğruna yapılan yanlış propagandanın etkisiyle ajite edilen ölüme gönderilen masum insanların yazgısını bay burjuvazi nasıl anlatacak?

Tabiiki anlatamayacak gerçekleri. 

Çünkü yeni doğmakta olan burjuvazi ‘ulusal bağımsızlık’  maskesiyle adeta bir heyula gibi ortalıkta dolaşmakta. Kendi içinde burjuvazisini barındıran bir ‘ulus’  nasıl özgür olabilir ki? Ezilenlerin / sömürülenlerin gerçek savaşı olan sömürüsüz bir dünyanın devrimini ‘ulusal bağımsızlık’  adına gizleyen/geciktiren bay burjuvazinin foyası ‘ilerici gözüken barutunu’  sömürüde azgınlaşmasıyla ortaya çıkaracaktır.

Mesela Sovyet devriminde uykuya yatan burjuvazi elverişli bir zeminle çakıştığında bir anda eski statüsüne kavuşmakta zorluk çekmediğini süreci bizzat yaşayarak gördük. Çarlık Rusyasını ‘halklar hapishanesi’ olarak tanımlayan Lenin’ci teori, sorunu tam tahlil edemeyerek, halkları / ulusları tanımladığı hapishaneden kurtardığını zannedip halk ve ulus adı altında cilalanıp vitrine koymaktan başka çözüm de getirilmemiştir. 

Sınıfın kendisi ve bu sınıfın mücadelesi ulus adı altında tanımlanmaya çalışılarak ulusal mücadele bazına indirgenmesi / hedef şaşırtılması, örneğin Sovyet sisteminde üretim koşullarında taraf olarak fiilen var olamayan burjuvaziyi yok etmeyerek ulusun benliğinde  ona yaşam serumu verildiği daha detaylı anlatmaya gerek varmı? Yukarıda dediğimiz gibi: Ulus adı altında tanımlanan ayrımcı sıfatlar var oldukça burjuvazi bir şekliyle var olacaktır. 1917’den 1991’e kadar sürecek olan burjuvazisiz bir sürecin  yaşanıldığı düşünülürse yani 74 yıl sonra  ormanda serin nemli toprağın cazibesine dayanamayan boy boy burjuvazi mantarlarının  patır patır toprağı yarıp çıkmasına benziyor. 

74 yıl sonra kökünün kazıldığı sanılan burjuvazi serin nemli toprağın cazibesine dayanamayan boy boy rengarenk burjuvazi mantarların patır patır toprağı yarıp çıkmasını neye bağlayacaksınız?

Bu durum, söylemlerimizin haklılığının ispatından başka ne olabilir ki?

Bu durum, söylemlerimizin haklılığının ispatından başka ne olabilir ki?

Sosyalizmin asli görevlerinin içinde olmazsa olmaz ilkeleri olmak zorundadır. Bunalar 5 yıllık 10 yıllık, 20 yıllık planlar dahilinde ‘kaç santimlik, kaç arpa boyu’  yol alındığının incelenmesi yapılmalıdır. Yürümeyen aksaklıklar tespit edilip aksaklıklara karşı önlem alınmalıdır. Sosyalizmin nihai hedefleri içinde, Marks’ın bahsettiği komünizm sürecinde devletin sönmesi  sürecine sosyalist toplumun üyesi her insanını hazırlamak gibi görevler nasıl kaçınılmazlıksa, burjuvazinin eseri olan ulus diye bir ilkelliğin varlığının saçmalığı insanlarına anlatılmıyorsa, insanlarını eğitmiyorsa burjuvazinin eseri olan ilkel ulus anlayışıyla mı sınıfsız bir toplum dediğimiz ‘ihtiyaca göre zenginliğin bol olduğu sömürünün hiç olmadığı’  ilkelliğin simgesi olan ‘ulus çeşniliğimizle’  komünizme gireceğimizi umarım düşünmüyoruzdur?

İnsanların eşitliği için mücadele eden sosyalistlerin sosyalist toplumdan sonra (SSCB bir örnek)  ulusların varlığının kutsanması yapılarak hatta ‘kendi kaderlerini tayin hakkı’  gibi böbürlenerek savundukları, övündükleri ayrımcılıklarını acaba neden gizlerler?

Üstelikte burjuvaziden devralınmış bu ayrımcılığın adı ulus kavramı değilmi? O halde neden pişkin bir şekilde bu ulus kavramına sahip çıktıkları gibi, malum insanları birebir tasnifçilik yaparak ayrımcılığın bizzat kendisi olan ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme’  tanımlama absürtlüğü ille de bir Kilisede dini ayinlerle kutsanması gerekmiyor! Bir delinin kuyuya taş atmasıyla başlayan bu süreç kırk akıllının bu taşı kuyudan çıkarma uygulaması süreci içinde kaybolmasına benziyor. Sözümüz ona o sosyalist toplumun üyeleri elverişli ortam geldiğinde (parçalanan Yugoslavya örneğinde olduğu gibi)  ulusların bir birlerini boğazlaması ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme’  ilkesinin pratikte yaşanmış en belirgin örneğidir. 

Ayrımcı yanı özenle gizlenen bu teoriye göre uluslar, (parçalanan Yugoslavya örneğinde olduğu gibi)  kendi kaderini işte böyle ‘tayin’  (!) ederler.

Sermayenin enter–>nasyonel dayanışması 

Sorun teorize edilmeye bir kez yanlış yerden başlandı mı aynı lokomotifin arkasına bağlanan vagonların doğru vagonlar olduğuna bakılmadan hızla giden trenin tümüne bakarsak elbette vagonların yanlışlığını değil tren katarının kendisini görürüz. Vagonların o noktada (yanlış vagonlar)  olup olmamasının bir önemi yok. Burjuvazinin uluslar arası büyük kapitalist gruplarıyla çıkarları belli ölçüde çakıştığı için sermaye bazında Enternasyonalist bir dayanışmayı mecburen doğurmak zorundadır. Bu türden dayanışma çıkarları gereği uluslar arası fink atan burjuvazinin sorunudur.

Bu noktada sosyalist devrimcilerinin uluslararasında fink atan kapitalist emperyalistlerle ne bir işi olabilir nede bir dayanışması olabilir.

İnsanlığın ulusal ayrılıklarla tasnif edilmesiyle başlayan bu bölünme ulusal burjuvazilerinin daha iyi palazlanmasına neden olurken burjuvazi üretimde makineleşme sürecine hakim olmasıyla başlayan sürecin tekabülünde burjuvaziyi sömürüde lehine gelişen artı değerin devasa boyutları kendisini kapitalist yapmakta etkin olmuştur. Kısacası üretim; burjuvaziden kapitalizme evrimleşmesinde en önemli belirleyici nedeni oluşturmuştur. Kapitalistleşen burjuvaziyi elbette ki yeni görevler bekleyecektir. 

Üretimin yoğunlaşması yeni pazar arayışları kapitalist dönemin özelliği olduğunu herkes bilir. Ulusallaşan sermaye kendi ulusal çitlerinin dar gelmesiyle önüne çıkan her şeyi doymak bilmez iç güdüyle yutma eğilimi taşımasıyla ünlüdür burjuvazinin emperyalist aşaması. Burjuvazi bu emperyalist aşamasında saldırgandır aynı zamanda işgalcidir. Vatan millet tamtamlarıyla uyandırılmaya çalışılan bu milliyetçi ruh aynı zamanda faşizmin birebir ayak sesleridir.

Yeni yeni pazar arayışları çoğu zaman sermayenin globallaşmasının bir gereği olarak Enternasyonalist bir işbirliği içine girerlerken kimi zaman çıkar çatışmalarında anlaşamazlıkların gereği savaşa girmekten kaçınmadıklarını biliyoruz.

Çıkar savaşları dediğimiz paylaşım savaşları yeni dünya düzeninin kurulmasında en azından 40-50 yıllık hakimiyetin pürüzsüz bir şekilde işlemesinin fesatlık derecesinde bir birini çekemeyen ama (mutlu gözüken)  kapitalizmin aile resmidir.

Vahşi doğanın gerçekçi yasası gibi ya büyük balık küçük balığı yutan açlık ve avlanma iç güdüsünde olduğu gibi vahşi kapitalist sisteminde kar ve yutma yok etme (büyük balık)  kuralı var olduğu sürece ne kapitalizm krizden kurtulacaktır nede pazarları küçüldükçe yeni pazarları ele geçirmek için dünya savaşından vaz geçecektir.

Uluslararası gasp ve hırsızlığın / haydutluğun adı  paylaşım savaşıdır. Kimi zaman krizden kurtulamayan kapitalizm nasıl haydutluğa soyunduğunu hepimiz biliriz. Aşağıda görsel kendi döneminin haydutluğunu anlatıyor bize.

”Pazar — işte, genç burjuvazi için ana sorun. Genç burjuvazinin ereği, meta’yı pazara sürmek ve bir başka milliyetin burjuvazisi ile rekabetten zafer kazanmış olarak çıkmaktır. Kendi “öz”, “ulusal” pazarını sağlama bağlama isteğinin nedeni budur. Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur. Ama işler her zaman pazarla sınırlanmaz.

Savaşıma, “bilek gücü ve salt savunma” yöntemleri ile, egemen sınıfın yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de katılır. Efendi bir ulusun burjuvazisi, ister küçük, ister büyük olsun, [sayfa 22] önemli değil, rakibinin hakkından “daha çabuk” ve “daha korkusuzca” gelme olanağını kazanır. “Güçler” birleşir ve “başka ırktan” burjuvaziye karşı, baskı biçiminde yozlaşan, bir dizi kısıtlayıcı önlemler uygulanmaya başlanır.” (***)

Bunu aksisi kapitalizmin ruhuna ait olan hırs egosunun birebir inkarıdır.

Ulus adı altında tanımlanan ayrımcı sıfatlar var oldukça burjuvazi var olacaktır. Burjuvazi var oldukça savaşlar kaçınılmaz olacaktır.

İletişim aracı olan bir dil’e ulusalcı elbisenin giydirilmesi

Elbette iletişim aracı olan bir dilin üzerine ulusalcılık penceresinden bakanlar bu bazda biçilen bir misyonu normal görebilirler. Hatta bu doğrultuda kaleme alınmış konusu gereği bu detayları öne çıkaran örnek bir kitap da diyebiliriz buna. Kitabın ismi ‘İlerisi İçin.” 

Kitabın tanıtımı şu cümlelerle ifade ediliyor: ”… Türkiye’nin savunması neden Türkçenin savunmasıyla başlar? Yabancı dille eğitim ihaneti nasıl devam ettiriliyor?…”  vs. neden bu alıntıyı yaptığımıza(gerek duyduğumuza gelince)  gelecek için önermelerimiz olan, yazımızın ana teması içinde sıkça tekrarladığımız (dünya ölçeğine nüfus edecek tek bir dilin kullanılması)  tezimize ilk bakışta aykırı bir düşünceymiş gibi çağrışım yapsa da, bizim düşüncemiz burjuvazinin tamamen tarih olduğu, kapitalizmin buhar olduğu  bir düzenden bahsettiğimizi karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum.

Bu kitabı kaleme alan yazarımızın kaygısını elbette anlıyorum.Ulusalcılığın revaçta olduğu bu dönemde yazarımız haklı olarak kaygılanmaktadır. Dünya özgülüne kafa yoran bir insan, yıllarca belki de asırlarca emeğe öz veriye gerek duyulan bu uyduruk dillerin bu denli kaosuna ne diyebilecek onu merak ediyorum. Dil yabancılaşmanın temel karakteri olmamalı, anlaşma/anlama birbirini değerlendirme ve iletişim aracı olmalıdır. Ne yazık ki bu kaos, yabancılaşmanın, ayrımcılığın bire bir ifade şekli olmuştur.

Ali Galip Sayılgan / 10-12-2011

DİP NOTLAR 

(*) Motivasyon: Kelime anlamıyla motivasyon motive etmek ,sevk etmek harekete geçirmek, bir şeye neden olmaktır. Burada harekete geçiren şeyin kendisi motivedir, ‘motiv’dir .Tepki doğuran her uyarıcı etkiye dayanan davranış şekli motivenin kendisidir.

(**) İnsan topluluklarının egemenlerce bölünüp sömürülme sürecinin başlangıcı (ulus adıyla son şeklini alması gibi vs. etkenler) burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla tamamlandığı için, neden ve sebep ilişkisinde burjuvazi tanımını kullanıyoruz.

(***) Marksizm ve ulusal sorun/Stalin

Bu yazı GENEL kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.