AVRUPA’DAKİ MÜLTECİLER NİÇİN KENDİLERİNİ ‘‘SÜRGÜN’’ OLARAK ADLANDIRIYORLAR? (*)

 

Bir site kurmuşlar kendileri çalıyor kendileri oynuyor misali, adlarına  “sürgün” sıfatını takmışlar: Sürgün!

Bu insanları kim sürgün etmiş, bu sıfatı bu insanlara kim vermiş belli değil Avrupa sürgünleri ismiyle yatıp sürgün ismiyle kalkıyorlar…

Gerçekten komik…

Bir o kadarda şaka gibi…

Bir sürgün terimi, bir sürgün edebiyatı tutturmuş gidiyorlar. Adları da Avrupa sürgünleriymiş…

Kim, kimi nasıl sürmüş, kim nasıl sürgün olmuş? Bir kaostur almış başını gidiyor.

Bizim bildiğimiz sürgün İse, bir devletin bir muhalifi kendi sınırları içerisinde herhangi bir şehrinde zorunlu ikamete tutması ve her akşam polis ve jandarma karakolunda ‘ben buradayım’ imzasını atandır.

Sıkıyönetim mahkemelerinden aldığım iki ayrı sürgünü hatırlayınca (Yozgat ve Burdur şehirleri gelir aklıma) ‘‘İkişer yıl Yirmişer gün TCK’nın 173/3 maddesi uyarınca taktiren; ikametle genel güvenlik gözetimi altında bulundurulmalarına’’ diye cümlelerle biten sürgün olma halimiz başlardı. Diğer bir anlamıyla, yani her akşam karakolda şahsımıza düzenlenmiş bir deftere atacağım imza karşılığında iki yıl göreceli bir özgürlüğüm söz konusu olacaktı…

Bir muhalifin kendi ülkesinden can güvenliği, işkence korkusu, uzun erimli hapis korkusu, Aile yakınlarının kötü muamele görmemesi için başka bir ülkeye sığınmasına iltica denir. İlticası kabul edildikten sonra bu kişiye mülteci denir.

Malum sürgün olma hali deyim yerindeyse sürgün olma forsu bizlere cezalarımızı mahpusta bitirtilene kadar son buldu. Yani Türkiye’de cezai anlamında sürgünler kaldırıldığı için sürgünlere yüklenen gizemli fors da böylece son buldu.

Yasalardan sürgün olma halini çıkarttılar.

Tahliye olunca da sürgüne gönderilmedik.

Anlaşılan o ki sürgün olma halinin nostaljisi kimilerinin psikolojisini düzeltiyor sanırım Gerçek bir tedavi şekli olmasa da avunma ve acındırma psikolojisinde belki işe yarayabilir.

12 Eylül 1980 faşizminin heyulası bir karabasan gibi indiği topraklarımızda birçok insan Avrupa ya iltica etmek için kaçmak zorunda kalmıştır.

Kimisi korkudan, kimisi arandığı için, gerekçesi ne olursa olsun, sonuçta ağır işkencelere tabi kalmamak için, özgürlüğünü dört duvar arasına sıkıştırmamak için, (bir şekilde)  Avrupa’ya çıkıp iltica başvurusu yapan bir hayli insan söz konusudur.

Hepimizin bildiği gibi sosyal haklara ve refaha sahip olan Avrupa ülkelerinin cazibesinden dolayı ekonomik alım gücüne sahip olmayan yoksul insanlarımızın bir kısmı da  ‘umuda yolculuk’ adı verilen bir yolculuğa çıkmalarıyla ekonomik ilticacı olarak Avrupa’da yaşamaktadırlar.

12 Eylül le birlikte tankların arkasında cesetleri sürüklenenlerin yanı sıra, köyleri yakılanlar, bok yedirilenler, başta Kürtler olmak üzere, Süryani Vb. gibi dinsel etnik kimliklere sahip olanlar, bir çoğu Türkiye içindeki metropol şehirlere  (İstanbul, İzmir Ankara, Adana, Mersin) yerleşirken kaçabilenler de Avrupa’nın herhangi bir şehrinde ekonomik ilticacı olarak yaşamaktadırlar.

Zaman içerisinde kimi insanların iltica başvurusu kabul edildi, kimisinin ise kabul edilmedi. İlticaları kabul edilmeyeneler başka ülkeler de iltica başvurusunda bulunarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.  Bulundukları ülkelerde ilticalarını kabul ettiremeyen insanlar, ya Türkiye’ye döndüler,  ya da kaçak statüsünde çalışmak zorunda kaldılar.

Ekonomik ilticacılar her halikülarda anlaşılabilir, asıl anlaşılmaz olanlarla ilgili benim asıl sorunum.  Anlatmak istediğim asıl konu ekonomik ilticalarla ilgili değil, tam tersine politik bir kimliğe sahip örgüt yöneticisi ya da üyesi sıfatıyla Avrupa’ya çıkan insanlarla ilgili.

Hepimizin bildiği gibi Türkiye’de mücadele etmek isteyenler Türkiye ye zamanında çoktan döndü. Ayrıca hukuksal konumları el vermese de farklı yollardan devrimci mücadeleye dönenen arkadaşlar vardır. Şu anda Türkiye’de mahkemeleri bitmiş, birçok mülteci yaşamaktadır.  Neden acaba dönmüyorlar Türkiye’ye?

Avrupa da kurulan yeni düzenin bozulmasını istemeyenlerde bir  ‘sürgün arabeski ’nin geliştiğini gözlemlemekteyiz. ‘ … sevenin halinden sevenler anlar’ misali ‘ sürgünün halinden sürgünler anlar’ içerikli bir birini destekler yazılar bile yazmaktalar.http://avrupasurgunleri.com/surgunun-halinden-sungun-anlar/

Arabesk ruhun gıdası mıdır bilinmez ama  ‘sürgünlük’ gıdası adeta ruhları gıdıklıyor. Sürgün olma hali adeta bir tradejiye  dönüşüyor. Çakaralmaz bir silahın acıklı öyküsü gibi temcit pilavı gibi  sürgünlük güzellemesi ısıtılıp ısıtılıp sunuluyor.

Buna psikolojide mastürbasyon denilse de sanırım gerçeklikle yüzleşmek bir türlü işimize gelmiyor.

‘Kardeşim seni kim sürgün etti?’ diye bir  soru sorsak, tutarlı bir yanıt alamayacağımızı biliyoruz.

İşin tuhaf  tarafı sürgün olma edebiyatının gerçek olabilmesi için ellerinde  mahkeme  kararı olması gerekir. Kaçarak mülteci konumunu seçmek sürgün güzellemesini haklı çıkarmaz.

‘…Mülteciler çağında yaşıyoruz. Dünyanın neresine gitseniz  her ülkeden insanla karşılaşabilirsiniz. Göçmenler çağı da denilebilir buna. Göçmenlik de bir tür sürgünlük değil midir?’  diyorlar.

Hayır değildir!

Sürgünün tanımını yukarıda yeterince yaptık bence sürgün arabesk ‘ine ihtiyacımızın olmadığını düşünüyorum.

O halde senin ne işin var burada denilebilir. Birincisi ben, 12 Eylül 1980 den önce tası-tarağı toplayıp Avrupa’ya hicret edenlerden değilim.

Bazı nedenlerden dolayı zorunlu olarak buradayım detaylara girmeyeceğim ama  bir kaç cümle ile sorunu ek yapacağım. Amnesty İnternationale (Uluslararası Af Örgütü) yardımıyla Almanya’ya getirildim.

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti tarafından mülga 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunun 25-ç maddesi uyarınca Bakanlar Kurulunun 25.01.1996 tarih ve 7773 sayılı kararı ile Türk Vatandaşlığından atıldım. Haliyle   Alman vatandaşıyım.

İşlemiş olduğum konuya kişiselleştirmeden tekrardan konumuza  dönecek olursak Türk vatandaşlığından atılmama karşın kendimi sürgün edebiyatının içinde  sürgün arabeskine ait görmüyorum.

Maalesef  durum çok farklıdır Avrupa’da  adeta sürgüncülük tiyatrosu oynanıyor. Bu Türkiye solu gerçekten iflah olmaz müspet alışkanlıklarla doludur, bu sürgüncülük tiyatrosuyla adeta  içselleşmiş durumdalar. Kimi insanlar kendilerine şefliğin gökten zembille indiğini sandıkları için kendine sürgün artabeskini yakıştırmayacak da kim yakıştıracak?  Dolayısıyla sürgün absürtlüğüne yüklenen anlamda sanırım bundan kaynaklanıyor. İşleri güçleri yok sürgüncülük nostaljisi üretiyorlar. ‘Şeflik’ rütbesini üstünden bir türlü atamayanlar sanırım kendilerine bu tarzda misyon biçiyorlar. Gizemli bir şekilde politik mağduru oynamak bu olsa gerek.

Avrupa’da bu insanların sürgün olabilmeleri için devlete ait yargı organlarınca Avrupa da sürgüne tabi olduklarına dair bir mahkeme kararı söz konusu olması gerekir. Bu olmadığına göre geriye kalıyor iltica hakkından faydalanmak. İlticacılıkla sürgün olmayı karıştıranlara (karıştırmak isteyenlere) siyasi rant peşinde koşmakla tanımlamamız sanırım hatalı olmayacaktır.

Türkiye Sol’unun bu durumda olmasında büyük pay sahibi olanlar, şimdi de sürgüncülük nostaljisiyle, yeni bir sürgün arabesk kültürünün oluşmasına su taşıyan değirmen konumundalar.

Sanki “sürgünleri” Avrupa’ da zorla tutan varmış gibi ‘kendilerini sürgün ilan etmeleri ’de, ayrı bir trajedi komikliktir.

Bakıyorum sayfalarına sürgün olma psikolojisinin yazarlığını bile yapıyorlar. Sadece bu kadar değil tabiiki  ‘Sürgünler Meclisi’  bile kurmuşlar.

21.11.2013  tarihinde ‘’Sürgünler Meclisi’’ nin 1.Olağan genel kurul için davetiye bile tasarlamışlar. Adeta evcilik oyunu gibi bir sürgüncülük oyunu devam edip gidiyor.

Avrupa Sürgün Platformunun ‘Sürgün’ tarifi şöyle:

‘Sürgünlük, sosyal, politik, inançsal farklılıklar veya savaşlar ve benzeri nedenlerle ya da doğal afetlerle gerekçelendirilerek insanların doğdukları toprakları ya da yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakma ya da bıraktırma halidir. Kendi iradesi dışında bir dayatma olarak bu hal içinde yaşamak zorunda bırakılan kişi ise, sürgün olarak tanımlanır.’

Oysa biz yukarıda anlatmıştık ‘sürgünün nasıl olabileceğini.

Bizim ‘sürgünler’ ilticacılıkla sürgün müeyyidesini bir birine karıştırıp çorba yaparlarken sürgüncülük oyununda bu kez kendilerine görev biçmişler.

Ne diyelim kolay gelsin, demeden önce kendilerine biçtikleri görevin işlevi ‘sürgüncülük oyunu’ değil Türkiye’ye dönmek ve Türkiye de mücadeleye katılmak olmalıydı ama olmadı (!)

Bir an ezgiyi tersinden okur gibi yaparsak,  ‘Avrupa sürgünleri miz; dönen dönsün ben dön mezem yolumdan’ dercesine Avrupa yı terk etmemeye yeminli konumuna düşmüş durumdalar.

Bir devrimcinin görevi devrim yapmak ise bu doğrultuda kendi ülkesindeki mücadeleye katılmaktır. Bu güne kadar hiç birinin Türkiye ye dönme, Türkiye de mücadele verme gibi bir derdi olmayan ilticacılarımız şimdide bir paye elde etmişler gibi ‘sürgüncülüğün edebiyatçılığına’ soyunmuş durumdalar.

Kendilerine ilticacı ya da mülteci adı verirlerse bu ad tarafımızca anlaşılır bir şey, ama sürgün olma halleri, trajedi komedinin tam da kendisidir.

33 senedir Avrupa da ilticacı olanlar anıları dışında sınıf mücadelesine katkı yapacak ne gibi bir kuram geliştirmişler? Hangi bilimsel bir yapıtın altına imza atmışlar doğrusu düşündürücü.

Geçmişte kitlelere çektikleri ajitasyonu yeniden keşfedip içselleştirirlerken, bu kez kendilerine sürgün olma halinin ajitasyonunu çeker konumuna düşmüşlerdir. Bütün bunlara sarf edebileceğim tek bir kelime var. Oda şu;

Kendinizi değiştirmediğiniz sürece, size saygı duymuyorum, duymayacağım!

Ali Galip Sayılgan

 

Dip Notlar:

(*) ( Meraklıları bu adrese yönlendirebilirim: http://avrupasurgunleri.com/ozan-emekcinin-bitmeyen-surgunu/ )

 

 

Bu yazı GENEL kategorisine gönderilmiş. Kalıcı bağlantıyı yer imlerinize ekleyin.