Tarihin her döneminde yanılsama, hiç bir koşulda bu kadar gerçek bu kadar gizlenen bir özellik asla olmamıştı.
Bu yanılsama vatan kavramı üstünde gizlenen bir sırrın özünde ifşasıdır.
Bu sır bilinmeyen bir sır değildir Marksistlerin yabancısı olmadığı bir kavramın kendisidir aslında.
Savaş dönemlerinde anayurdun savunulmasıyla ile ilgili sosyal şovenlerle kendi aralarında çizgi çeken saptamalar olsada vatan kavramının özüne ilişkin yorumlamalarda bu şekliyle bir ayrım söz konusu değildir.
Biz bu noktada burjuvaziyle proletaryanın tarihsel mücadelesindeki anayurdun savunulmasını üzerinde polemik yapmayacağız. Bizim tamda bu noktada açığa çıkarılmak istenmeyen yanından yola çıkıp konuya ilişkin yanılsamanın özünü didikleyeceğiz.
Mağara devri insanların döneminde vatan diye bir kavram yoktu.
Dahada ilginci ulusal çit diye tanımladığımız çitler /sınırlarda yoktu.
Günümüz koşullarında kuşların ve yabanıl hayvanların nasıl sınırları yoksa, o zamanda, o dönemin insanlarında bu günkü anladığımız anlamda ‘ulusal çit’ diye tanımladığımız sınırları yoktu.
Toprak üstünde yaşayanların santim ve karesine sahiplenemeyeceği kadar ortak mülkiyetin kendisiydi.
Vatan kavramı, ulusal çitlerle birlikte geliştirilip formüle edilen yalıtımdan başka bir şey değildi.
Yalıtım yanılsamayı doğurdu, yanılsama yalıtımın üstünde gerçeği sorgulamamayı özümsemeyi öğretti.
Elbette bu süreç bir anda kendiliğinden olan bir şey değildi, insan kendi doğası gereği toplumsal etkilenişimin yarattığı sosyolojik davranış şekli ulusal çitlerle başlayan yalıtımın yanılsamasını doğurdu.
Yanılsamanın hakimiyeti ortak mülk olan toprağın egemenler tarafına bir çeşit eksen kaymasını doğurdu.
Eksen kayması şekli mevcut doğal dengenin işlevini yitirdiği, yeni bir dengenin dayatıldığı bir dönemin şeklidir.
Yalıtım ve yanılsama ilk egemen sınıfların toprağı ele geçirme gücünde insanı mülksüzleştirmenin koşullarında önemli bir mihenk taşı olmuştur.
”Genellikle ulusları tanımlayan ve onları birbirinden farklı kılan çeşitli ‘mit’ ve ‘anı’, ‘sembol’ ve ‘değere’ verilen önemin nedeni de bundan kaynaklanmaktadır. Bunlar ise premodern etnik oluşumla ilgili bir çalışma yapmayı gerektirmektedir, çünkü etnisite, genel olarak, modern ulusların oluşumunda adaptasyona ve dönüşüme uğramış, ancak tarihten silinmemiş insan toplulukları için güçlü bir model sağlamıştır; burada, ancak kolektif deneyimlerin tarihsel kalıntılarının izlerini araştırabiliriz.”(*)
Aslında alıntı yapmadan yazıma devam etmek istiyordum, bol kepçe lokantalarının imajına benzer gibi alıntılı referanslarla yazımın içeriğini süslemek bir noktaya varmak istemiyordum lakin bu eserin giriş bölümünde yer alan bu satırları ilgimi çektiği için sadece bu satırları buraya yorumlamadan aktarmak istedim.
Salt determinist açıdan tabiye belki güçlü insan öbekleri diyebileceğimiz giderek kendini kabileye bırakan insan kabile eksenine girme tabiye (ait olma hissi) sürü hissinden başka bir şey değildi.
Bu birazda vahşi doğa karşısında güçsüzlüğün ortaya çıkardığı içgüdülerin yarattığı kaçınılmaz dayanışmadan başka bir şey değildi. İnsanı salt sürü olmada ayıran sosyolojik açıdan kabileleşmeye yöneliş örgütlenme şekli aslında vahşi doğanın insana sunduğu dayanışma iksirinden başka bir şey değildi.
İlkel insanın bu günün modern insanı olabilmesindeki geçen sosyolojik evrimi özünde vahşi doğaya aittir.
Kimi klan ve kabilelerin içlerinde sıçrama tahtası diyebileceğimiz bir süreçte insan beyni alet kullanmayı geliştirdikçe buna bağlı olarak toprağın işlenmesi, kimi hayvanların ehlileştirilmesine varana kadar bir çok başarılı çalışmaları söz konusudur.
Bunlar aynı zamanda kendini döneminin gelişmiş uygarlıklarının ilk nüveleriydi.
Ulusal çitler, ayrımcılığın simgesi olan ulusal diller daha o dönem hiçbiri yoktu.
İnsanlık doğaya karşı savaşımında alet kullanımı önemli bir faktördür.
Alet kullandıkça doğa daha bir iyileştirildiği daha bir evcil oluşunu gözlemlemesi üretim araçlarının gelişimi konusunda bir hayli çaba sarf etmiştir.
Üretim araçlarının kullanımı geliştikçe, üretim araçlarının gelişimi üretici güçlerin gelişimine paralelliği yabancılaşma dediğimiz çağın illeti içinde kendisini bulmuştur.
Üretim araçlarının gelişmesi daha çok kar marjını tetiklerken, daha çok kar daha çok sömürü üzerinde kurumlaşan bir anlamda vatan kavramının doğuşuna neden olmuştur.
Elbette modern burjuvazinin sistem egosunun üstünde yükselen devasa zenginlikle ölçe bileceğimiz çadır tiyatrosundan farksız burjuva parlamentosu öncesinde kral ve kraliçe nezdinde yükselen otoritenin biçimlenmiş şekli kimi zaman devlet diye tanımlayabileceğimiz mülkiyeti krala ait topraklardan ibaret olan ulusal çitleri vardı.
Bu süreç köleci, feodal, kapitalist sistemin, bir çeşit sistem dinamiği olarak bir üst yapı kurumu olan dinselliğin statüsünde vatan kavramı kutsallaştırılarak vatana dair kralın malı olan toprakların sınırları bir şekilde var olmuştur.
Bu yüzden toprak istilalarıyla ünlü talan ganimet savaşlarına dinsel kisveler eklenerek talan ve zenginlik savaşları körüklenmiştir.
Talanın özü dinsel kisveli savaşlarla kutsanmıştır. Amaç burada daha çok zenginleşebilmek olsada, istila edilen topraklarda hazır zenginliğin talan edilmesi ganimet adıyla savaşın cazip kılınmasına neden olunmuştur. Aslında tamda bu nokta da talana karşı vatan savunması kavramı kutsanarak hayat bulmuştur.
Meselenin özüne indiğimizde resmi yanılsamayı araladığımızda vatan savunması diye bir şeyin olmadığını yalın bir şekilde görürüz.
Vatan savunması diye bir şey yoktur, bunun anlamı sadece ve sadece ulusal burjuvazinin hâkim olduğu zenginliği vatan adı altında korumaktan başka bir şey değildir. Ulusal çitlerle yalıtılan insanlar büyük bir özveriyle inşa edilen yanılsamayla bilinci yıkanır.
Sınırlar/çitler/ silahlı ordu/ toplumsal açıdan rasyonel gerçekliği kavrayamayan kitlelerin körü körüne vatan illüzyonuyla aldatılmasıdır.
Elbette bu aldatılma süreci çocukluktan devralınan resmi propagandanın bilinçaltımıza içselleştirilmesiyle ilintilidir.
Yanılsamanın özünde sınırlara dâhil bütün bayraklar o sınırda var olan hâkim burjuvazinin çıkarlarını temsil eder.
Burjuvazinin çıkarları vatan savunması, bayrak gibi soyut kavramlarla yanılsama aracı olarak kullanılmaya elverişli hale getirilir. Bu yanılsamanın özü anlaşılmaması için burjuvazinin kutsallaştırılmasına izin verdiği uyduruk cennet ve uyduruk şehitlik kavramlarıyla kutsanmaları yanılsamanın özünü gizlemekten başak bir şey değildir.
Dünyada hiçbir bayrak ve ulusal çitler vatanı simgelemez gerçekte vatanın sınırları onu simgeleyen uyduruk bez parçalarına yüklenen izafi kavramların ürünü olan nefret ve düşmanlığın alt yapısı olan milliyetçilikle ifade edilemez. İnsanlığın gerçek vatanı ulusal çitlerin olmadığı, sınırların bulunmadığı, dünyanın ilk halidir. İnsanlığın gerçek vatanı dünyanın kendisidir.
Yanılsamanın özüne bakarsak vatan diye bir şey yoktur.
Vatan tanımı sonradan icat edilen suni bir o kadarda subjektif kavramdır.
Toprakların paylaşımıyla ilintilidir.
Dünyanın kendisi özünde bütün insanların vatanıdır.
Bu gün ülkeler olarak tanımladığımız ulusal çitlerle çevrilen toprak parçaları bir yanılsama olarak insanlara sunulan, ulusal çitlerle çevrilen vatan olgusu özünde burjuvazinin çıkarlarını koruma, çıkarlarına hizmet etme eyleminden başkası değildir.
Vatan olgusuyla taçlanıp sunulan yanılsama, (geçmişte egemen sınıfın temsilcisi Padişahlık / Krallıkların vs. hüküm sürdüğü senyörler dere beyleri idi, bu gün ise bunlar burjuvazinin potasında erimiştir) burjuvazi kendi güvenliği için çevirttirdiği ulusal çitleri kendi çıkarlarına örtüşen (devlet örgütlenmesi adı altında örgütlemiş olduğu silahlı gücüyle) iyileştirilmesinin garantisidir ulusal çitler.
Vatan denilen yanılsama çitlerin birebir burjuvaziyle özdeş olduğunu ‘‘vatan’’ sözcüğünün sihir ’i ile üstü örtülerek bilinçli olarak gizlenen bir çeşit illüzyondur.
Marksizm’deki yeri ulusal mücadelenin abartısı bence Lenin ile başlamıştır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi çok başı mahmur bana göre bir çeşit eklektizmdir.
Lenin’in kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, Kuran’ın tartışılmaz kutsallığı gibi, kutsanıp sorgulanması kapatılmıştır.
Zurnanın zırt dediği yerde tamda burasıdır. Ulusal ve sömürgeler sorunu konusunda ciltlere sığacak kadar argüman geliştireceksin ve geliştirilen argümanlar ileride post modernizme yapı taşları olacak.
Bana göre ulus ve ulusalcılık tali olup temel olmayan kavramlardır, ulusal etnisiyeciliğin özgün durumu burjuvaziyle temel çelişkisi emek ile sermaye arasındaki iflah olmaz antagonist bir çelişki gibi değildir. Bunun üzerinde yükselmez / yükselmemiştir.
Ulusların sınıfsal karakterini tahlilini tahlil edip ayaklar üstüne oturtamama Marksizm’in aslında eksiklerinden birisidir. Lenin bu eksikliği görüp farklı bir yola kanalize etmiştir dahada bir çıkmaza sokmuştur. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesi SSCB’nin yıkılmasıyla tılsımlı consensus bir anda inkara dönüşürken ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı yanılsaması bir birlerini boğazlama sendromuna dönüşmesine neden olmuştur. Yugoslavya bu bakımdan ciddi bir şekilde canlı örnektir. Uluslar kendi burjuvazisi için kendi kaderlerini tamda böyle tayin etmişlerdir.
Yanılsamanın bu boyutunda Marksizm, ulusların nesnel özelliklerini salt sınıf mücadelesi kavramıyla ele alış şekli vatan kavramının yaklaşımı eksiktir. Çünkü Marksizm’in ana ekseni sermaye ve emeğin temel çelişkisi üzerinde gelişmiştir.
Marks hemen hemen bütün eserlerinde birçok kez ulustan ve uluslardan bahsetmiştir lakin ulusların farklı dillere farklı kimliklere farklı ulusal çitler içine hapsedilmesinin ana kaynağına neşteri vurabilmesi kendi sistematiği gereği mümkün olamamıştır .
Yanılsamanın bu boyutunda Marks’ın böyle bir çalışması, böyle bir eseri varsa, var olanı göremeyişimi eksikliğime bağlayabilirim.
Bana göre uluslar uluscuklar daha ufak milliyetler, etnisiyeler vs. bölünme dönemin hâkim sınıflarıyla başlayıp burjuvazinin tahakkümüyle (daha bir şekil alacak tarzda) bir birlerine yabancılaşmayı ortaya çıkartabildiği gibi hâkim sınıfların propagandası olan ötekileştirme yöntemleriyle bölünüp şekillenmişler şekillendirilmişlerdir.
Bu bölünmeyi ben burjuvazinin nezdinde değerlendirmemin en büyük sebebi gelişim çizgisini özellikle burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı dönemde tamamladığı için, insanların ulus sürüleri halinde ulusal çitler içine hapsedilmesinin sorumlusunu burjuvazi olarak tanımlıyorum.
Kuşkusuz burjuvazi salt determinist açıdan pay sahibi değildir, bunun uzun erimli bir geçmişi vardır, ama tarih sahnesinde mevcut geleneği devralan burjuvazi olduğu için benim nezdimde bunun müsebbibi burjuvazinin kendisidir.
Yabancılaşma ulusal çitler arasına hapsedilen, kendine özgü uyduruk diller geliştiren adına A-B-C ulusu denilen devasa çitli devasa insan öbekleri, bir birlerine yabancılaşan, birbirini anlamayan milliyetçiliği gereği salt burjuvazisinin çıkarlarını düşünen çılgınca bir ulusa ait olma tebaasını burjuvazi geliştirmiştir.
Burjuvazi sömürüde aslan payını alabilmek kazandığı sermayesinin globalleşebilmesi verimli ortamın hiçbir zaman bozulmasını istemedikleri için, kendi sanayisi kendi çıkarları gereği savaşı körükleyip vatan savunması argümanını geliştirmesine neden olmuştur.
Savunulan ”Vatan” burjuvazinin bire bir vazgeçilmez bir bir tartışılmaz çıkarının kendisidir.
Vatan yanılsamasıyla pazarladıkları savaşlarda hiç bir zaman burjuvazinin kendisi ölmemiştir.
Burjuvazinin birinci derecede soyundan hiç kimse cephede savaşmaz /savaşmamıştır.
Vatan kavramı ve bağımsızlık, bilinçsiz kimselere yutturulan bir çeşit afyon tohumuyla özdeştir. Bu olgu dinlerle paralel yürür. Dinlerde kullanılan inanç afyonu vatanın bekası gibi birlikte kullanılan şehitlik kavramları bu güzellemenin en revaçta olan yanıdır.
Gerçeği hiç bir koşulda bilemeyen yoksul kitleler şehitlik ve cennet adı altında burjuvazinin gerçekte aslı çıkarları için ölüme gönderilir. Savaşların asıl ironisi sunulan pazarlanan şehitlik senfonisinde gizlidir.
Kurtuluş savaşında tek kurşun atmayan can ve bedel ödemeyen o günün hatırı sayılı eşrafı bugünün burjuvazi vardır. Kurtuluş savaşında toprağa gömülen gariban yoksul insanların çocukları burjuvazinin çıkarları için yaşamalarını yitirmiştir.
Ulusları birbirine düşman eden işgal eden kendi ulusal çitlerinin içindeki burjuvazinin kendisidir. Özünde yoksul halk yoksul halk ile bir alıp veremeyeceği yoktur. Aynı zamanda kardeştir.
Bu kardeşlik kendilerine uydurdukları dilleri ve dinleriyle yabancılaşmaya yönelmiş, yabancılaşma kısa sürede düşmanlık hissinde başarı sağlamıştır.
Burada perde arkasında görevini yapan, her şeyi kendi çıkarları için sevk ve idare eden, yeni pazarların hülyasını kuran, bu yüzden savaşı körükleyen burjuvazinin kendisidir.
Yukarıda söylediğimiz satıra yeniden dönecek olursak; özüne bakarsak özünde vatan diye bir gerçeklik yoktur.
Vatan tanımı sonradan icat edilen suni bir kavramdır. Dünyanın kendisi özünde tüm insanların insanların vatanıdır.
Bu gün ülkeler olarak tanımladığımız ulusal çitlerle çevrilen toprak parçaları bir yanılsama olarak insanlara sunulan vatan olgusu gerçekte burjuvazinin çıkarlarını koruma, çıkarlarına hizmet etme eyleminden başkası değildir.
Vatan olgusuyla taçlanıp sunulan yanılsama, geçmişte egemen sınıfın temsilcisi padişahlık / krallıkların vs. hüküm sürdüğü dönemin senyörleri ve dere beyleri idi.
Bu gün ise o hakim sınıfların modern adı burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi kendi güvenliği için çevirttiği ulusal çitleri kendi çıkarlarına hizmet eden (silahlı aygıtı) devletinburjuvazinin lehineiyileştirilmesi, yanılsama açısından ulusal çitler vatan mantığının bütünsel açıdan birebir garantisidir.
Vatan denilen yanılsama çitlerin birebir burjuvaziyle (burjuvazinin çıkarlarıyla) özdeş olduğunu ”vatan” sözcüğünün sihir’i ile üstü örtülerek bilinçli olarak gizlemiştir.
Bir kez daha soralım o zaman: İnsanlığın ilk hali olan yaşam sürecinde mağara devri insanlarında vatan mı vardı?
Bu günün uyduruk ulusları mı vardı?
İnsanların tabiiyetine şekil versin diye uydurulan uyduruk (bu gün bir birini anlamayan) uyduruk diller mi vardı?
Elbette bunların hiç biri yoktu.
Yanılsamayı daha iyi anlayabilmek için söyle bir örnek verebiliriz: Dünyadan hızla uzaklaşan bir uzay aracının içinde olduğumuzu varsayalım başka galaksilere yaklaştığımızda dünyamızın yerinde yeller estiği gibi yerini seçemediğimiz toz bulutuna bıraktığını görürüz.
Dünyada toprağın paylaşımı ulusal çitlerin varlığı yok hükmündedir.
Dahada kötüsü kendinden menkul uyduruk ulusların varlığı böbürlendiği milliyetçiğin fena halde yanılsaması olan vatan kavramıda yok hükmündedir.
Yanılsamanın bu boyutunda ille de bir vatandan söz edeceksek dünyanın ilk hali gibi evrenin kendiside kullanabilen her atomun doğallığında kendi öz vatanıdır.
Burjuvazisiz, ulusal çitler nezdinde paylaşımsız, uyduruk yanılsamalarımızdan biri olan ulus’suz, insanlığın mağara devri gibi dünyanın tümüdür vatan, evrenin kendisidir vatan.
Ne zaman toprak işlenmeye başladı, topraktan rant olgusu elde edilmeye başlandı bu işe uyanan dönemin uyanıkları toprağın paylaşımına çoktan başlamışlardı.
Toprağa mülkiyet kavramı giydiren bu gün burjuvazi diye tanımladığımız burjuvazinin soy ağacında yerini alan dönemin hakim sınıfı olan Senyörlerdi.
Toprak sahipleri ve topraksız mülksüz köylüler arasındaki rant mücadelesi bu kez egemenlerin temsilcisi olarak seçilen krallarla toprağın çitlerle çevrilmesine ulusallaşmasına neden olmuşlardır.
Toprağın haksız yere sahiplenilmesi demek, toprağa sahip olamayan insanların toprak sahiplerine tabi olması demektir.
Bunun anlamı emeğin sömürülmesi konusunda atılan adımdır tarihsel emek sömürüsünün tarihsel açıdan ilki bu şekilde sahnelenmiş olmasıdır.
Bu aynı zamanda çitler içine hapsedilen milyonlara varan insanların yoksullaşması toprak sahibinin emrinde boğaz tokluğuna çalışması demektir.
Ulusal çitlerin içine hapsedilme olayı aynı zamanda bir başka ulusal çit içine hapsedilen kendi ırkı olan diğer insan ırkına yabancılaşması demektir.
Yabancılaşma kök saldıkça bir birlerini anlayamayan farklı dil paydalarının hakimiyetinin kurumsallaşması uluslaşmanın ilk nüveleridir.
Farklı ulusal çitlerde yaşayan bir birlerine yabancılaşan suni düşmanlıklarla (bunun adına milliyetçilik diyoruz) birbiriyle savaştırılan ulusların savaşı günümüzde devletleriyle simgesel ulusal kimlikleriyle anılmaktadırlar.
Feodalitede rantın tarihsel şekillenmesi böyle olmuştur. Kapitalizmde ise feodaliteden devraldığı ulusal çitleri tanımlayan vatan kavramı üstünde metaların üretilmesinde izlediği yol dediğimiz emek ile sermaye arasında baş gösteren antagonizma çelişkinin serüveni gelişmiştir.
Marks bu serüvenin gelişimini tahlil etmiştir kafa yormuştur.
Elbette Marks’ın tarih sahnesinde biz insanlığa (burjuvazinin / egemenlerin) yaratıp dayattığı uyduruk ulusları değerlendirmemiştir.
Karl Marks ulusları daha çok sınıf mücadelesi paralelliğinde irdelemiştir.
Kimi zaman aynı ulusal çitler içinde hâkim ulusla kendi burjuvazisini yaratamayan ezilen ulusların uyduruk kimlik mücadelesi özünde emek ile sermaye çelişkisi karşısında ilkel milliyetçilikten başka bir argüman geliştirememiştir. Çünkü kendi tarih sahnesinde emek ile sermaye gibi kayda değer temel çelişkiye hiçbir zaman sahip olamamışlardır.
Yanılsamanın diğer bir boyutu ise dünyanın rasyonel özü, üzerinde yaşayan canlıların vatanı idi. Toprak paylaşıldıkça, egemen güçler geliştikçe, sömürü boyut aldıkça, sınırlar / çitler icat edilerek zapt-ı rapt altına alınan devlet örgütlenmesi hiyerarşik açıdan bir temele otutturulmasına neden olunmuştur.
İzafi vatan kavramı bu yanılsamanın ürünüdür. Bu konuyu bu linkte çök önceleri işlemiştim. TIKLAYIN
Elbette ilk bakış açısı olarak kimi zaman şartlanan beyinler alışıla gelmeyen bir yaklaşım sunulduğu zaman, sunulan yaklaşımı içselleştiremeyeceklerdir.
Bu çok normaldir. 40 yıllık bildiğimizi sandığımız şeyleri ters yüz eder gibi bir anda inkar edercesine, farklı bir pencereden soruna yaklaşıyor olmak tepkisel bir reddin doğal davranışıdır.
Bu bağlamda her teorinin kendi künyesi gereği özümsediği ezberleri farklı bir perspektifi değerlendirememesi aslında yanılsama perspektifinin bir başka boyutudur. Yanılsama bu bağlamda bir çok açıdan ele alınabilir. Her yanılsama bambaşka bir konuyu kendi kapsamı içinde irdeleme /sorgulama yöntem metodolojisi açısından konumuzu dağıtmamak için bununla sınırlı bırakmak istiyorum.
Buna göre ulusların bağımsızlık hareketi temel çelişki olan emek ile sermayenin müzminleşmiş mücadelesi değildir.
Ulusal bağımsızlık savaşları kendi burjuvazisinin çıkarlarını savunmak ya da uluslaşma sürecinde kendi burjuvazisini kendine yeniden ulusal düzeyde bir çiti çizmek isteme / inşa etme mücadelesidir.
Soruna bu yandan bakanlar Türkiye’nin kuyrukçu solunda tabiiki aforoz edilir. Bu sorun sırtında yumurta küfesi taşımayanların sorunudur, özgür düşüncede bunun ürünüdür.
Türkiye solu bir papağan gibi Lenin’in bu handikabını aşabilme yerine papağan gibi kendisi için hiçbir işe yaramayan Lenin alıntılarını tekrarlayıp durur.
Asal açıdan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı post modernizme tren kaldıran belirgin istasyonun ta kendisidir.
Lenin’in kendi kaderlerini tayin etme hakkı post modernizmin kendisidir, çünkü insan kardeşliğinde var olan realitenin özünü yadsıyarak, burjuvazinin yarattığı ayrımcılığı teoriyle mutlaklaştırıyor olmasıdır. Lenin ve Stalin’in bu konuda vebali büyüktür.
İnsan ırkının bir birine karşı yabancılaştırılmasının mutlaklaştırılmasıdır.
Özüne bakarsan bu topraklarda Kürdün bağımsızlık savaşı da yanlıştır. Türk’ün bağımsızlık savaşı da yanlıştır.
Bu iki savaşın özünde bağımsızlık diye bir şey yoktur.
Bu savaşın içeriğinde gizlenen bir tek olgu vardır oda kendi burjuvazisinin çıkarlarını koruyor olmasıdır. Birisi doğmakta olan burjuvazisinin çıkarları diğeri ise var olan burjuvazisinin çıkarları için savaşıyor olmasıdır.
Burjuvazinin hiç bir koşulda olmadığı bir tarihsel savaşa ancak biz bağımsızlık atfedebiliriz.
Biz devrimciyiz. Güzelliklerin, insanlık bahçesinde Karanfilleşerek çoğaldığı; İnsanların, birbirinin üzerine basarak değil, El ele tutuşarak Karanfillere uzandığı dünya Bizim dünyamızdır. Bizim reflekslerimiz Sahip olduğumuz değerlerin meyveleridir. Biz, hiçbir gelişme karşısında Tavırsız kalamayız. Dallarımızdan üretkenlik fışkırmalıdır. Bize refleks yitimi Bize tepkisizlik Bize kısırlık yakışmaz. Yoldaşlarımız, Bir yangını haber verir gibi “fırlamalı” Bir yarayı pansuman eder gibi titizlenmelidir. Biz, doktor değiliz. Bizim de yaralarımız var. Ama biz devrimciyiz. Tüm duyarlık göstergelerinden Tüm sanatçı inceliklerinden Öte bir tanımlamadır bu. Ne mutlu, Yaşamı devrimcileştirerek yol alanlara.
Niko Beloyanni
Belki Henry Alfred Kissinger(*) kendi döneminin ölçütlerinde bir nevi sembol olsa da, kendisi şimdilerde, tozlanmış takvimden düşen bir momentin lahzası gibidir.
İlk bakışta kişiselleştirilmiş gibi alğılansa da, sonuçta içeriğin muhtevasında elbette değişen bir şey yoktu.
Çünkü Amerika, entrikalarla dolu bir geçmişiyle adeta dünya insanlığına zehir saçıyordu. (**)
Zamanın bu diliminde Kissinger tarih oldu belki ama tarihin o momentinde Kissinger, Amerikan emperyalizminin dünya kamuoyunda çıkarlarını canla başla koruyan Dış İşleri Bakanı idi.
Amerikan Emperyalizminin ana felsefesi dünya halklarını kendisine tabi hürriyet yoksunu birer köle haline getirmektir.
Emperyalistlerin kendi aralarında etken olan bir çeşit gücün simgesi sayılan pazar payıdır. Mevcut pazar payı elde tutulduğu oranında kar mübadelesinin sömürüsü kendileri için refahı halklar için cehenneme bağımlılığı ortaya çıkartır.
Emperyalizmin anlaşılabilir gerçek literatürüne gelince, bunu basitçe söyle tanımlayabiliriz. Bu uğurda her türlü entrikayı çevirmede kendisine mübah gören bir sistemin ukalalığıdır emperyalizmdir.
1973 yılının sonlarıydı daha henüz 18 yaş dilimimin içinde çocukça hayalleri olan, gelecekte yükü ağır olacak bir kuşağın bireyleriydik. Farkında olmadığımız siyasal konjonktür kelli felli sayılan yetişkin / tecrübe sahibi ‘siyasetçilerin’ cesaret edemediği bağımsız bir ülkenin özgün duruşu yerine, işbirlikçiliği yeğlediği bir dönemin çocuklarıydık.
Emperyalizme karşı antiemperyalist bir tavrın nasıl alınmanın gerektiğini aslında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları, toprağa düşerken göstermişti.
Ülkelerinin bağımsızlığı için yaşamlarını hiçe sayan devrimciler ölümlerinin üstünden daha henüz iki yıl bile geçmemişti…
Bir şeyler yapılmalıydı ama ne?
Çocuksu duruşumuz bunu bilemeyecek kadar tecrübeden yoksun olsa da bir şeyler yapılmalıydı…
Kelli felli siyasetçiler satılabilir ama 18’lik, 19’luk, genç çocuklar kendini asla satamazdı. İşin ucunda ölüm bile olsa biz o ölümden korkmuyorduk. Ölümden korkmayan bir insan için işkenceler, hapishaneler vız gelir tırıs giderdi.
Bizler, döneme özgü koşullarda dünya ya bu pencereden bakardık.
Hemen hemen aynı yaş grubuna dâhil olduğumuz bizlerin yoldaşlığı, insan sevgisinden başka bir şey değildi. İnsanları çok seviyorduk. Bu yüzden de böyle bir eylemde yakalanan Develi ’li üç arkadaş, üç yoldaş idik…
İsmail Benli, Soner Baykara, Ali Galip Sayılgan…
Çocuk yaşta bizi hangi şartlar bir araya getirmişti?
Onca yıllık aradan sonra bunu hep düşünsem de, soruma yanıt olarak bulduğum tek cevabım ise; kendimizi fedakârca paraladığımız, karşılıksız insan sevgisinden başka bir şey olmadığıydı…
Anadolu'nun sessiz ve sakin şirin bir kazası olan Develi’de, Ağustos ayının cırcır böceklerinin geceye serenat yaptığı bir hafta sonunda biz kararlaştırdığımız gibi afiş yapıştırıyorduk. İşin tuhaf tarafı afiş yapıştırırken (diğer bir deyimle) biz, eylem üstünde yakalanmıştık.
Gece daha henüz, tan ışığına teslim olmamıştı ve ay ışığında Erciyes, 3916 metre yükseklikten sanki beni ve bizi seyrediyordu.
Beyaz gelinliğin beyazlığında beyaz bir rengi anlatmak gibi par-ı ak, ay ışığının şavkında daha bir karanlığı yırtıyordu. Karanlığı yırtmaya Erciyes oysa çoktan başlamıştı. Zirvesinde duran o müthiş beyazlık ay ışığının şavkında karanlığa karşı dimdik ayakta onuruyla duruyordu.
Özgür bir duruşa bel vermiş, dumanlı başı dimdik fütursuzluğunda, en kurak geçen yaz aylarında bile zirvesinde karı hiç eksik olmayan o eşsiz görkemli heybetini işte o gece Erciyes' de bir kez daha görmüştüm.
Heybetinden bir şey kaybetmeyen o duruşuyla sanki bize bir şeyler anlatmak istiyordu. Bağımsız hür olabilmenin timsali Erciyes, kendi zirvesinden sanki bizi izliyordu.
Rüyadan uyanır gibi birden ılık bir rüzgâr yaladı yüzümü. Gözlerim telaş içinde Ak Gelin(Ağ Gelini) aradı… Öyle ya, Erciyes Ağ Gelin siz olmazdı…
Bu kez ben, ayın şavkında belirginleşen, Ağ Gelinin sulietine baka kaldım. Çünkü Ağ gelin, yürekliliğinin yanı sıra, bir o kadar da heybetli bir duruş sergiliyordu Ağ Gelin.
"Ağ gelin indim ola yayladan,Kaşın değil gözün beni ağlatan,Satın mı aldın güzelliğin Mevla’dan,Alırım ahtım'ı da koymam seni Ağ gelin,
Sürmelim, sen bilin…"(***)
Ağ Gelin. Kendi söylencesinde esarete asla ödün vermeyen namus timsali oluşuyla ünlüydü.
Develi yöresinin Ağ Gelin söylencesi Erciyes dağının zirvesine yakın bir yerde çocuklarıyla dimdik duruşu kulaktan kulağa tekrarlanarak Ağ Gelin söylencenin anısı hep canlı kılınmıştı.Ağ Gelin elinden tuttuğu çocuğuyla birlikte (ilk isteği üzerine) taş olmayı yeğlemişti!Erciyes'in zirvesine yaslanmış gibi, kımıldamadan duruyordu taşlaşmış büstünün sanki o müthiş sulieti!
Nedense, içimden sanki o anda, bir daha Ağ Gelin’i göremeyecekmişim gibi ansızın Ağ Gelin’e baka kalmıştım.
Ağ Gelin namusuna gölge düşürmemek için bu yolu seçmişti. Namussuzca yaşamaktansa taş olmak, belki de onun için en güzel çözümdü. Nitekim de bu yolu seçti… İlk isteğine göre Ağ Gelin çocuklarıyla birlikte taşlaştı.
Zira namus, dün olduğu gibi bugünde Türkiye topraklarında yaşayan halklar için önemli bir kavramdı. Dünya coğrafyasının paylaşımıyla kendini gösteren ulus aidesi, aslında kendi milli burjuvazisinin sorunuydu.
Milli burjuvazi bu sorunu hep, elinde tuttuğu kendi propaganda aracıyla vatanın kutsallığını en iyi bir şekilde işler. Vatan’ın kutsallığı namusla özdeşleşince toplumun en ücra kesimleri içselleştirilen bu kavramlara kendi sorunuymuş gibi sahip çıkar.
Ulusu ulus yapan aslında en önemli kriterlerinden biriside budur, ulusun ulus olma sürecinde geçirdiği fermantasyon dediğimiz mayalanma sürecinin bileşkesi tam da budur.
Aslına bakarsak dünya ölçeğinde var olan bütün ulus devletlerinde bu sorun aynıdır. İşte bu nedenledir ki devlet özgülünde temsiliyetiyle özleşen yükseliş, vatan tılsımıyla yoğrulan hamurun hammaddesinde önemli bir saç ayağı gibidir.
Bu nokta da milli burjuvazi asla gözükmez, onun, ideolojisi insanların benliğinde var olur. Özünde ulusu ulus yapan milli burjuvazinin çıkarlarıdır. Mesela Çanakkale’de ölenler arasında milli burjuvazinin sınıfından hiç kimseye rastlayamazsınız.
Ölen milyonların üstüne bağdaş kurmuş vatan kavramının kutsallığından dem vurup toplumun iliklerine kadar sömüren milli burjuvaziye rastlayabilirsiniz…
Milli burjuvazinin propaganda araçları hiç kimsenin farkına varmadan namusu çoktan vatan ile özdeşleştirmiştir bile.
İşte bu yüzden dir ki insanlığın gelişiminde kutsallaşan vatan kavramının yeri büyüktür. Ulus devletlerinin oluşumunda bu kavramın rolü büyüktür. Bu yüzden I. ve II. emperyalist paylaşım savaşlarında yüz binlerce insan vatanın bağımsızlığı uğruna hayatından olmuştu.
Maalesef en acıklı trajedi de Çanakkale’de yaşanmıştı.
Oysa bu ülkede o kadar Amerikan işbirlikçisi vardı ki, devletin içinde sözde vatan sevgisinden dem vurarak çeşitli kılıflar altında çıkarları gereği bu ülkeyi emperyalizme peşkeş çekme gayreti içinde hep var oldular.
Hala da bu değişmiş değil, ülkeyi birçok kılıflar içinde emperyalizme peşkeş çektiler, çekiyorlar. Tam bağımsız Türkiye hayalimiz gerçekleşene kadar, bu peşkeş furyası, hep var olacaktır.
Hibe ettiği hurdalarıyla borçlandırılan basiretsiz iktidar partileri, bir o kadarda ikili anlaşmalara imza atan işbirlikçiler sebil gibiydiler. Yani diğer bir deyimle en büyük işbirlikçileri başka yerde aramamak gerekiyordu.
Çünkü ülkeyi peşkeş çeken işbirlikçiler mecliste idi.
En büyük işbirlikçi partilerden ikisi olan DP ve CHP Marshall yardımının marifetini işbirlikçi ruhlarının ezgisinde güzellemelerini anlatmakla bitirememişlerdi.
Bu işbirlikçi partilerden dönemin Dış İşleri BakanıHasan Saka ve CHP MilletvekiliKasım Gülek söz birliği yapmışlarcasına, koro halinde tarihe not düşüyorlardı. ‘…Bu yardımın bağımsızlığımıza asla sekte vurmayacağını tam tersine sadece ABD, Türkiye’ye değil, tüm dünyada barış ve demokrasiyi güçlendirici bir adım olduğunun’ yalanını pazarlıyorlardı. İşbirlikçiler mecliste olduğu için başarılı olabil memeleri de mümkün değildi. Bu yüzden de çok rahat başarılıda oldular.
Vatan’ı namus değerleriyle özdeşleştiren 20. Yüzyılın ulus devletleri, Ağ Gelin’in kendine has özgün hikâyesinde bağımsızlığının sembolü olan bu onurlu duruşuyla efsaneleşmiş olmasıdır.
Osmanlı imparatorluğunun zayıf düştüğü son yıllarında bir kez daha atağa kalkan mandacılık ruhu kurtuluş savaşının galibiyetiyle sessizliğe gömülse de yıllar sonra onurlu başı dik, bağımsız bir ülke olma çabası Türkiye’nin bu durumu anlaşılan o ki işbirlikçilerimize yine fazla geldi…
Amerikan emperyalizminin sinsi tuzağı olan ve 1948 yılında gündemimize sokulan Marshall yardımı diye geçen borçlandırılma yöntemiyle Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirildik.
Emperyalist işgal güçlerinin topla, tüfekle, birebir işgal etmekle dize getiremedikleri Türkiye'yi Amerikan emperyalizmi yardım tuzağıyla dize getirmişti.
Borçlanma, borçlanma derken bunun sonu hiç gelmedi… Yerli işbirlikçilerimizin yeni efendileriyle gül gibi geçinip gidiyorlardı. Emirler Amerika’dan geliyor Türkiye uyguluyordu borç hanesi hiç silinmediği gibi, bir de üstüne üstlük borçlandırıldıkça borçlandırılıyordu.
Nedir bu Marshall planı?
Marshall planına katılmak isteyen her Avrupa ülkesine Amerikan mali yardımı, malzeme ve makinesini öngörülüyordu. "Marshall Yardımı" olarak bilinen bu anlaşma gereği, 1949'la 1951 yılları arasında Türkiye'ye sözüm ona ekonomik yardımlar yapıldı. Türkiye, artık batı yanlısı dediğimiz Amerikan yanlısı bir politika izlemeye başladı. 1948'de Marshall Planı'nın diyeti Türkiye'yi emperyalist tekellerine güzel bir pazar oldu. Bu yardımla Türkiye, ABD'nin ülkemize açtığı incirlik üssüyle birlikte bölgedeki en önemli taşeronluğunu pekiştirtirmiş oldu.
Hedef elbette yardım falan değildi. Yardımın içeriği, ''yardım'' adında, koca bir tuzaktı! Asıl sorun yardım görüntüsü altında borçlandırılmamız Türkiye Cumhuriyeti devlet yönetiminin basiretsizliğiyle özdeşleşmiş oldu.
‘Siyasal alandaki Truman Doktrini ’nin ekonomik uzantısı, Marshall Yardımı biçiminde ortaya çıktı. Türkiye, Marshall yardımlarından faydalanan ülkelerden biriydi ve Marshall yardımı, Türkiye için, ekonomik bağımlılığın başladığı yerdir. Marshall Planı, Avrupa’ya yardım etmek istiyordu.
Bu amaçla, 1948 yılında OEEC (Ekonomik İşbirliği Örgütü) kurulmuştu, ama Türkiye bunun dışında bırakılmıştı. İleri sürülen gerekçe, Türk ekonomisinin savaştan çok zarar görmediği ve kendi kendine yeterli niteliklere sahip olduğuydu.
Fakat Türk hükümeti durumu böyle görmüyordu. Amerikan yardımı, Sovyetlere karşı bir güvence olduğu gibi, hazırlanmış bulunan ekonomik kalkınma planının gerçekleştirilmesinde de kullanacaktı.
Bu yüzden Türkiye, ABD’ye başvurarak kendisinin de “Marshall planı” içine alınmasını istedi. Sonunda Amerika, Türkiye’yi de ekonomik yardım programının kapsamına aldı. Başlarda askeri nitelik taşıyan Amerikan yardımı, ekonomik bir niteliğe büründükten sonra Kemalist politikanın İlkerlerinin terk edilişinin başlangıcı oldu.’ (kaynak W.p)
Bir borç tuzağı olan Marshall Yardımı ile Türkiye hibe adı altında borçlandırılmıştı. Ayrıca Türkiye 11 Mart 1947'de IMF'ye, 14 Şubat 1947'de de Dünya Bankası'na üye olmuştu. ABD ile 27 Şubat 1946 tarihinde yapılan 10 milyon dolarlık anlaşmaya göre Türkiye, ABD'nin işine yaramayan savaş artığı malzemeleri satın alma durumunda bırakılmıştı.
I.ve ikinci II. Paylaşım savaşı sonrası emperyalizmin gelişimi Vietnam batağından sonra şekil değiştirerek bizim gibi ülkelerini IMF kanalıyla borçlandırma konumunu seçmiştir. Yardım ve kredi yöntemiyle kalkınmayı amaçlayan bizim gibi ülkeler adeta aciz bırakılarak Amerikan sız yapamayacak konumuna düşürülmüşlerdir.
Asıl sorun krizde bulunan tıkanan Amerikan sanayine pazar açmaktı ve öyle de oldu. Koca bir borç tuzağına dönüşen Marshall Yardımı ile Türkiye sözde hibe adı altında akıllara durgunluk verecek bir şekilde borçlandırılarak Türkiye'nin kendine özgü gelişmekte olan ekonomisi bağımlılaştırılarak çökertilmiştir.
Bu durum modern mandacılığın iz düşümü gibi gerçekliğe ulaşıp ülkemizle içselleştirilmiştir.
Ha sömürge ülkelere açıkça atanan komiserlerin denetimi, ha CIA'nin el altından denetimi… Aradaki farkın şimdilik gizli kapaklı olmasıdır.
Çok bilindiği gibi 12 Eylül sonrası kurulan Amerikan icazetli siyasal partilerin ülkenin talanından tutalım da yabancılara satılan topraklarına varana kadar yağmalanan bir süreci yaşıyoruz.
Siyasal iktidarın birebir yaptıkları aleni hırsızlıklar nasıl ayyuka çıktığını ne yazık ki yaşayarak gördük. Cukkalarını doldurmanın elbette bir bedeli olmalı. Onursuzluğun olağanlaştığı bir sürecinde elbette bir bedeli olmalı.
Mesela Ağ Gelin onurunu taşlaşarak korumuştur. Bizim iş birlikçiler ise ülke çıkarları yerine Amerikan emperyalizminin çıkarlarını koruma yönünde nasıl yaranırım yarışında bir çeşit ''onursuzluk'' savaşımı vermektedirler.
Daha henüz 1973 yılında, afişleme eylemi, o kadar moda değildi. Afişleme eyleminde yakalanmamız, sessiz bir o kadarda sakin kazamız olan Develi’de çok konuşulan bir gündemin kendisi olmuştu.
Polislerin bizleri korkutmak isteyen bilgiç tavırlarının yanı sıra, bilmem kaç yıl hapis yatacağımızın ninnilerini dinleyerek geçirmek zorunda kaldığımız nezarethanemizde, buz gibi beton zeminde uyuyabilmekte mümkünde değildi.
Uykusuzluğumuzun yanı sıra psikolojik baskı ayrı bir tiyatronun kendisiydi şüphesiz. Kayseri ilinden gelen siyasi polislerin sorgusu vs. derken, bizi bir hayli bitkin düşürmüştü.
Nezarete tıkılmamız hafta sonuna denk geldiği için haliyle Pazartesi gününü iple çeker olmuştuk. Haftanın ilk günüyle açılan Adliye’ye biraz da gecikmeli olarak sevk edilmiş olsak da polis karakolunda olumsuz havadan kurtulmamıza azda olsa sevinmiştik.
Her şeyi pekiyi bilen polislerin yanı sıra gece bekçilerinin oynadığı suflörlü tiyatro oyununda bilmem kaç yıl hapislerde sürüneceğimizin, hatta hayatımızın nasıl ve ne şekilde kararacağının rolleri sahne almaya başlamıştı çoktan. İşte biz tamda böyle ajitasyon eşliğinde mahkemeye çıkarılmıştık.
Önce hâkim isnat edilen suçu kabul edip etmediğimizi sordu. ''Kabul ediyoruz çünkü suçüstü yakalandık'' demiştik üçümüzde, üç ağızdan.
Hâkim isnat edilen suç delillerini incelemek için özenle sicimle bağlanmış afiş rulosunu açtı.
Hâkim Bey’in bakmak için açtığı afiş rulosu bana, haddinden fazla uzun gelmişti. Gelişebilecek durum hakkında da en ufak bir bilgim yoktu.
Aslında biz gelişmelerden doğabilecek neticeyi kavramaktan çok uzak haddinden fazla çocuktuk. Bir bakıma yerinde kullanılan bir deyim gibi, boyumuzdan büyük işlerle uğraşıyorduk.
Biz en azından Amerikan emperyalizminin ne olduğunu kavramıştık. Vietnam’da katledilen yüzbinlerce suçsuz insanlarla birlikte Amerikan askerlerince tecavüz edilen sonra da fahişeleştirilen kız çocuklarını biliyorduk.
Daha bitmedi Küba’daki gelişmeleri, Kamboçya’daki. Bütün bunları bilsek de biz yine de çocuktuk. Daha henüz bizim doğru düzgün bıyığımız bile terlememişti.
Evet, çocuktuk. Hâkim Bey’in suratındaki ekşime ile beliren şaşkınlığını biz neye yorumlayabileceğimizi anlamayacak kadar çocuktuk. Bu gün bile hala o anı düşündüğümde, hâkimin şaşkınlığının silueti, hiç bitmeyecek gibi duruyordu sanki o anki mahkeme salonunda.
O anda mahkeme salonunun sesliğini yırtan gür bir sesle irkildiğimi hatırlıyorum.
Yakalandığım gece yüzümü yalayan ılık bir rüzgâr bu kez de mahkeme salonun penceresinden yüzümü yalıyordu. Rüzgârın serinliği, yakalandığımız o gece, ayın şavkında belirginleşen Ağ Gelin’in sulietini beynime nasıl kazıdığımı bana anımsattı.
Bir den irkildim, anımsatmayla birlikte düşlemelerim yarım kaldı.
Bu gür ses;‘Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve Kisinger!’ diyerek sanki bağırırcasına bu satırı okudu…
Birden hiddetli bir yumruk indi masaya.
Yumrukla masanın etkilenişimin den doğan GÜMM! , sesi kapladı salonun o anki sessizliğini.
Hâkim’in bu tavrını hayrımıza mı yoksa şerrimize mi idi bilemiyorduk.
Afişte resmedilen konu, balyoz gibi güç simgesi betonu parçalayacak kadar hırslı, sımsıkı sıkılmış proleter (işçiyumruğu) sanki karşımızda duruyordu.
Çizgilerde dehşetengiz bir gücü simgeleyen sıkılı işçi yumruğu vardı. Bu yumruk bileklerine vurulmuş zinciri koparan emeğin simgesiydi…
Demirden bir bilekliğe bağlı, kopan zincirin halkaları havada uçuşurken, üç boyutlu gibi çizilmiş ''Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger!'' cümlesini, un ufak eden bu emekçi yumruğu, politize olmuş bir yaşamın en güzel ruh halini, adeta bir tablo edasında bütün ihtişamı bu afişimizin içindeydi.
Duvarlara asmaya çalıştığımız bu afişimiz, Amerikan emperyalizminin aleyhtarıydı.
Kendi yaşıtlarımız arasında biz üç kişi Amerikan emperyalizmi aleyhtarı çocuk devrimcilerdik. Böyle olduğumuz içinde yakalanmıştık.
Her şeyden önce antiemperyalisttik.
Bizim ahvalimizin yanı sıra yakalattığımız afişimizin genel formatlarındaki teması buydu.
O gür sesiyle okuduğuyla yetinmedi, bir kez daha mırıldanarak okudu: '' Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger! Hımm! … '' dedi…
'Doğrumu bu? Bu afişi yapıştırırken mi yakalandınız?' dedi.__ 'Doğru' dedik.
Ama asla bir suçlu gibi de boynumuzu hiç bükmedik. Çünkü biz suçlu değildik.
Çocuk kafamızla da olsa biz biliyorduk ki biz, Amerika'nın lanet olası o Marshall yardımına bizim hiç mi hiç ihtiyacımız yoktu.
Dönemin simgesi olan; süt tozu, un ve peynir tenekeleri bize, kaderimizle oynayan işbirlikçilerin, ruhlarında yatan değerin kalitesini anlatı
İlkokulda beslenme adı altında her sabah verdikleri, kaynatılmış bir bardak süt tozu da bunun eseriydi.
Ülkemizdeki yaşayan gelmiş geçmiş bütün işbirlikçiler kelli felli bir konumda olsalar da ruhları gereği işbirliği yeğlemişlerdi bağımsızlık onlara fazla gelmişti.
(Hugo Chavez kaleleri Karakas gecekondu, Venezuela, sık sık ABD karşıtı mesajlarla siyasi duvar resimleri bulunmaktadır.)
Olan oldu…
Marshall yardımını kabul ettik. Emperyalizmin boyunduruğuna girmeyi işbirlikçiler düşünmese de, o günlerde çocuk halimizle vahameti biz düşüyorduk.
Sahi İncirlik gibi en stratejik bölgemizde Emperyalizmin boyunduruğuna girmeyi dönemin işbirlikçileri düşünmese de, o günlerde çocuk halimizle bu vahametin ayrıntılarını düşüyorduk. Sahi İncirlik gibi en stratejik bölgemizde Amerika'nın ne işi vardı?
Çünkü yaptığımız işten gurur duyuyorduk.
İfademizi alan siyasi polise, karakol polis ve bekçilerine bakarsak kandırılmıştık…
Acaba biz çocuklar mı kandırılmıştık yoksa kendileri mi?
Beyler bizi bizden sanki daha iyi biliyorlardı.
Oysa kandırılanlar kendileriydi!
İşin tuhaf tarafı; tuhaflık bu ya, biz kendilerinin kimler tarafından kandırıldığını biliyorduk ama bizi kimin kandırdığını maalesef bilmiyorduk…
Çocuktuk belki ama asla mı asla şerefsiz değildik!
Çünkü çıkarları uğruna kandırılanlar gibi asla kandırılmamıştık.
Emperyalizmin nasıl bir aşağılık mahlûk olduğunu, ülkemizi yöneten Marshall planını kabul eden işbirlikçilerden daha iyi doğruları biliyorduk. Hâkim, polislere dönerek; '' Bu çocukları kim yakaladı?'' diye sordu.
Polis ve bekçiler gururla bir adım öne çıkarak ''BİZ! '' yakaladık dediler.
Bende söylüyorum ''Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger!
Haydi, gelin beni de yakalayın o zaman'' diyerek hışımla aya kalkan hâkim, bir anda; ''Gidebilirsiniz çocuklar serbestsiniz!'' deyi vermişti!
''Bir daha bu çocukları, kahrolsun Amerikan emperyalizmi yazan afişlerle yakalarsanız hakkınızda kovuşturma açarım '' diyerek, son noktayı koymuştu!
Tabiiki bu gelişme burada bitmemişti Amerikan aleyhtarı siyasi içerikli afiş yapıştırırken yakalanmamız Develi’nin en ücra köşesine kadar duyulduğu için Soner’in babası haliyle mahkemeye oğlunu görmeye gelmişti.
Soner’in babası Develi Tapu Dairesinin Müdürü idi, neredeyse mahkemeye ilk gelenlerden biriydi…
Amerika’ya karşı geldiğimiz için hapislerde çürüyeceğimizden tutunda hakkımızda yapılan kara propaganda Soner’in babasının kulağına gitmiş mi dir bilinmez ama bir baba olarak yüzünde endişe izlerine rastlamak mümkün değildi.
Mahkeme Hâkimi son olarak Soner’in babasına dönerek ‘Oğlunla gurur duymalısın!’ demesiyle birde duvarları kirletme cezası olan 3-lira ödememiz koşuluyla mahkemeyi bitirmişti.
Mahkeme hâkiminin verdiği bu karar, sanki çocuk yaşlarda bizlerin, emperyalizme karşı mücadelemizde yalnız olmadığımızın bir göstergesiydi. Beklemediğimiz bir anda böylesine destek, bizde adeta şok etkisi yaratmıştı. Doğrusunu isterseniz böyle bir gelişmenin oluşabilmesini hayal bile edemezdik… Bu yüzden şaşırmıştık.
1973 yılında ülkemizin bağımsızlığından yana sadece çocuk yaşta üç genç değildik. Mahkeme kararıyla yalnız olmadığımızı gördük.
Aradan yıllar geçti çok sonraları birde 12 Eylül faşizmi üzerimizden buldozer gibi geçti. Ağır işkencelerden geçirildik Sultan Ahmet askeri Cezaevinden
Metris’e varana kadar birçok cezaevlerinde bulundum. Kendi payıma ömrümün 10 yılını cezaevinde bıraktım. Diyebilirim ki ben, biz hala da yalnız değiliz!
Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!
…Ve onun yerli işbirlikçileri!
26-04-2010
_Ali Galip Sayılgan_
DİP NOT:
(*) Henry Alfred Kissinger (d. 27 Mayıs 1923, Fürth), Almanya doğumlu Yahudi kökenli ABD'li diplomat, siyaset bilimci ve siyasetçi. Ayrıntılı bilgi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Henry_Kissinger
(**)Willem Oltmans, Küresel Terörist, Lyndon Johnson, emrindeki en yakın adamları tarafından kendisine yalan söylenmiş olduğunu fark edince, aniden, Ocak 1969'dan sonra Beyaz Saray'da kalmayacağını, aday olmayacağını açıkladı. ABD istihbarat servislerini, denetimi dışında çalışan ‘Cinayet Anonim Şirketleri’ olmakla suçladı. Bıkkın, üzgün, gerçeklerin farkına varmış ve belki biraz daha anlayışlı bir adam olarak Texas'daki çiftliğine döndü.
Roosevelt’ten bu yana tüm ABD başkanları, diş politikalarını, tek bir Amerikalının hayatının, başka yerlerde yaşayan erkek, kadın ve çocukların canından bin kez daha değerli olduğu şeklindeki zararlı anlayış temelinde yürüttüler. İnsan hayatının değerine ilişkin benzer bir sakat anlayışla yaşayan başka bir tek ülke var: İsrail. Orada, İsrail tarafındaki her bir kaybın intikamı, daima, on katı Filistinli -taş atan çocuklar dâhil öldürülerek alınır.
Harry Truman, bu anlayışı, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların çok değerli hayatlarının daha fazla yitirilmesini önlemek için, yalnızca Hiroşima'da 88 bin erkek, kadın ve çocuk öldürerek gösterişli biçimde gözler önüne serdi. Hitler ve Göring 5 Mayıs 1940'da benzer bir karar aldı.
Eğer Hollanda işgalci Nazilere teslim olmazsa, Rotterdam bombalanacaktı. Kraliçe Wilhelmina şantaja boyun eğmeyi reddetti. Hollanda, ancak Alman Hava Kuvvetleri Rotterdam'ın merkezini yok ettikten sonra Hitler'e teslim oldu. Truman bu Nazi taktiğini Hiroşima ve Nagazaki'de tekrarladı. 1940'lı yıllara kadar gidersek, Hitler ve Truman da tıpatıp aynı savaş suçunu işlemişti.
Washington, II. Dünya Savaşı'ndan ve dünyaya egemen güç konumuna geçtiğinden beri, sıklıkla dünyanın her tarafına müdahale etti. Kore Savaşı (1950-1953), gerçi biçimsel olarak BM desteğine sahip olan, ilk kitlesel askeri kapışmaydı. Bu savaşta 33.629 ABD'li askerin ve 415.004 Güney Korelinin öldüğü ileri sürülüyor.
Kuzey Kore, tahmini olarak 2 milyon kayıp vermişti. Yine de Washington hâlâ Pyongyang yöneticilerini, Washington'dan farklı ideallere ve hedeflere sahip olduğu için, adi haydutlar olmakla suçluyor. [sayfa:143]
Washington Vietnam'da, 1958'den 1975'e kadar askeri operasyonlar yürüttü. ABD ilk kez, altına imza koyduğu BM Sözleşmesi'nin ilkeleri dışında bir savaşa girmeyi tercih ediyordu. Komünist blok da dâhil, dünyanın geri kalanı Amerikalıların Asya'da işlediği savaş suçlarına izin verdi çünkü ne BM'nin ne de başkalarının onlara karşı yapabileceği hemen hemen hiçbir şey yoktu. 1960'lı yıllarda Hollanda'da hiç kimse, o sıralar dost bir devlet başkanı olarak bakılan L.B. Johnson'a, ciddi biçimde hapse gönderilmeyi hak eden bir kitle katili ve bir savaş suçlusu demiyordu.
ABD Vietnam'da yaklaşık 58 bin askerini kaybetti. Vietnamlı kayıpların sayısını pek az kişi bilir çünkü bunu kimse önemsemiyordu. Washington ve çevresinde yerleşik, yabancı ülkelere kötü niyetli saldırılar yapmak üzere biçimlenmiş Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı, CIA ve çeşitli diğer terörist örgütler sayesinde Vietnamlı kayıpların sayısı milyonlara ulaşıyordu.
1950 ve 1975 yılları arasında Asya'daki iki büyük savaşa ek olarak, ABD dünyanın hemen hemen her kıtasında sürekli olarak terörist eylemler gerçekleştirdi. Kuzey Amerika, neredeyse iki yüzyıldır askeri çatışmalardan uzak kalmış bir yeryüzü parçasıdır. ABD halkı, ‘Amerikan kalesine saldırılamaz’ inancını apaçık bir gerçek gibi kabul etmeye başladı. Gerçekten de dünyada hiç kimsenin herhangi bir şekilde misilleme yapacak durumda olmadığının farkına varan Amerikalıların, dünyada yalnızca kendilerinin, istediğini yapabilecek ve seçtiği herhangi bir hedefe saldırabilecek konumları nedeniyle, basiretleri bağlandı.
Soğuk Savaş yıllarında sürekli bir nükleer çatışma tehlikesi vardı. Bu dehşet verici gerçeklik, bir ölçüde Washington'un dünya işlerinde çok gaddarca davranışlarda bulunmasını engelliyordu. Fakat SSCB'nin çöküşünden sonra, uluslararası ilişkilerin her düzeyinde ABD tek yanlılığının ve Amerikan zorbalığının önünde alabildiğine geniş bir alan açıldı. Dünyanın çevre sorunu üzerine hazırlanan Kyoto Protokolü bile artık ABD tarafından uyulması kabul edilen bir anlaşma değil.
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ne bile Washington'da bir baş belası olarak bakılıyor. ABD yıllardır BM'ye borçludur ve hiçbir zaman kendi aidatlarını, birçok uygar ülke gibi, zamanında ödemedi. Çok yaşlı ve artık yürüyemeyecek durumda olan bazı dangalak Amerikalı yasa yapıcılar, ABD'nin BM'ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini önlemek için oy vermeye tekerlekli sandalye ile getirildiler.[Sayfa: 144]
(***) Ağ Gelin'in Develi’de yaygın bir efsane şeklinde anlatıldığını belirten Kadir Özdamarlar, taş kesilme motifine uygun olan bu ağıtın öyküsünü şu şekilde anlatmaktadır.
“Koçgun Devri" adı verilen 1603-1607 yıllarındaki isyan ve soygun hareketlerinde Develi’de etkilenmiştir. 1603 yılında ünlü eşkıya Tavil Mehmet’in yine Han Mehmet adındaki eşkıyanın yaptığı kötülükler ile aşiretler arasındaki kanlı çatışmalar meşhurdur.Ağ Gelin efsanesi de bu kötü günlerin izlerini taşımaktadır.
Efsanenin halk tefekküründeki gelişimi şöyledir: Develi’den bir Türkmen obası, Erciyes’in güney eteklerinde bir yaylaya çıkarlar. Bu obada, ahlaki ve fiziki güzelliğinden dolayı Ağ (Ak) Gelin adı verilen bir gelin vardır. Kocası ve iki çocuğu ile beraber mutlu yaşarlarken, kocası gurbete çalışmaya gitmiştir.
Develi çevresinde yaşayan bir eşkıya, güzelliği ile şöhret bulan Ak Gelin’e göz koymuştur. Sahipsizliğini de anlayınca, bir gece obayı basarak kaçırmak ister.
Namus timsali Ak Gelin, olayı anlar; gece karanlığında iki çocuğunu ve küçük sandığını yanına alarak, karışıklıktan da faydalanarak gizlice Erciyes’e doğru kaçar.
Erciyes’in ortalarında öyle bir yere gelir ki, ilerisi uçurum gidilmez. Geriye dönse eşkıya. Gözyaşları ve çaresizlik içerisinde ellerini açar ve Allah’a yalvarır: "Allah'ım! Beni ve çocuklarımı ya taş et, ya da kuş." Duası, kabul edilir. İlk defa taş et dediği için, onlar taş kesilir.
Güneş doğunca oba sakinleri ve eşkıya; Ak Gelin, iki çocuğu ve çeyiz sandığının hayretle ve şaşkınlıkla taş kesildiğini görürler. Günler sonra obaya dönen kocası olayı annesinden öğrenir. Koşarak ailesinin taş kesildiğini görür.
Uzaklardan bir ses duyar: "Yiğidim namusunu bir eşkıyaya çiğnetmedim. O eşkıyadan ahtı mı koma." Bu ses Ak Gelin’in sesidir. Delikanlı taş kesilen ailesine bakarak: "Alırım ahtını, koymam Ak Gelin!"diye haykırır.
Irkçılıktan laf açılmışken iğnenin minnacık ucu bir yerlerine batmış gibi zıplayacakları kesindir.
Bu duruma göre herkes kendince ‘doğrucu Davut’ olduğu için, her zamanki gibi hiç kimse müthiş bir kibirle malum burunlarından kıl aldırmayacaktır. Döne döne aynı noktaya gelen setenci beygiri gibi, ben de yine dönüp dolaşıp aynı yere geleceğim.
Çünkü bu konu çok önemli pas geçilecek bir konu olmadığı için dönüp dolaşıp bu konuyu işleyeceğim. HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder CHP’ye çağrı yapmış meraklısı habere bu linkten ulaşabilir: http://www.cumhuriyet.com.tr/…/Sirri_Sureyya_Onder_den_CHP_…
Bana göre kendince haklı bir o kadarda olması gereken içeriğe sahip. Bu söylemde işlendiği gibi birçok hoyratlık CHP’nin oylarıyla hayata geçti…
Keser ve sap ilişkisi gibi HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için mecliste yapılan oylamada hepimizin bildiği gibi AKP ile birlikte iş tutan (içlerinde gizli ırkçılık taşıyan) CHP’liler dönemin koşullarında sergiledikleri icraatlarıyla çok mutlu idiler.
Adalet katledilirken adaleti katledenlere destek birebir destek verip AKP ile aynı çanağa işeyen CHP’liler faşizmin aynı uygulaması bu kez kendilerine dönünce adaletin olmadığını fark ettiler! Sadece bu kadarla olsa iyi birde bu işin geçmişi var. Bu ülkede düzmece Ergenekon davası diye bir deprem yaşandı.
Birden fazla CHP’li milletvekili hapisteydi, onlarca CHP’li ve Kemalist tutuklandı, sorgulandı, yargılandı. Hatta intihar edenler bile oldu, sahi tamda bu noktada koyunlaşma metodolojisine mehil vermiş CHP’nin tabanı, neden sorgulama vasfını yitirdi dersiniz? Bir kez koyunlaşma metodolojisi içselleştirildi mi olmayınca olmuyormuş.
Günaydın CHP! Referandumda yapılan sahtekârlıkla ülke elden gitti, duyarlı insanlar sokağa döküldüğünde CHP bu duyarlı insanlara özellikle mesafe bırakarak yalnız bıraktı.
CHP için ülkenin elden gidip gitmemesi önemli değildi, önemli olan AKP tarafından terörizmle suçlanmamaları idi. CHP’NİN KOYUNLARI…
Şimdi ne oldu da sokağa çıkarılıyoruz diye tabanınız size tek kelimelik bir soru sormuyorsa, akla şu soru gelir, koyun koyundur.
Koyunun CHP’lisi, AKP’lisi olmaz koyun koyundur. Koyun düşünmeden önüne konulan otunu yer.
HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığı mecliste kaldırılırken oy kullanan CHP’li milletvekillerinin bu tavrına (özellikle Kürt kökenli milletvekili oldukları için) ırkçı parti politikalarına tabanı ses çıkarmıyorsa koyunluğun resmini çizmek için sanırım tamda bu noktada ünlü ressam Abidin’e gerek yok.
Ne demiştik yukarıda? Koyunun CHP’lisi, AKP’lisi olmaz, koyun koyundur.
Koyunlaşma metodolojisi günümüz toplumunda sosyolojik bir olgudur.
Elbette hak aramak için mücadele etmek güzeldir ama geç kaldınız, o kadar insanı sokakta heba ederken sahi neredeydiniz?
İktidar tarafından terörist ilan edileceğiz diye sokaktaki insanlara hep mesafe koydunuz, şimdi sokağa çıktınız.
İktidarı temsil eden ana akımın kendisi terörist olduğunu bir türlü kavrayamadınız…
Açlık grevi yapan canları bile teröristlikle suçlamalarının tek anlamı var oda kendi teröristliklerini gizlemekten başka bir şey değildir.
Korka korka da olsa sokağa çıktınız, korkunun ecele faydası olmadığı için bakın şimdi sizde terörist oldunuz.
Demek ki, iktidarın gözünde terörizm buymuş. Demek ki, iktidarın gözünde kendi teröristliklerini gizlemek için hak arayanları terörist ilan etmekmiş.
HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün Ankara’dan başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü ‘ne ilişkin “CHP’den özeleştiri içeren ve toplumsal muhalefeti büyüten bir çağrı bekliyoruz” demiş, keşke öz eleştiri yapmayı bilebilseniz.
Kolye gibi boynunuzda taşıdığınız berbat kibriniz ‘milletvekili dokunulmazlığında’ sizi iktidarla iş birliğine kadar götürdü. Emin olun yüreği buruk bu insanlar sokakta sizi belki yine destekleyeceklerdir ama geçmişinizle ilgili siz ne kadar öz eleştiri verebileceksiniz bunu yaşayıp göreceğiz.
Çünkü halkın gerçek dostlarını tekelci sermayenin çıkarlarına yabancılaşmayla mümkün olması demek aynı zamanda koyunlaşmayan / bilinçli dinamik bir tabanın her koşulda kendilerini sorgulamasıyla mümkün olacaktır.
(Giriş Notu: Bu yazı 30.12.2014 yılında kaleme alınmış olsada sunucu değişikliği sırasında veritabanımıza gelen bir hata yüzünden silinmişti. Yeniden arşivimize kazandırmanın mutluluğunu yaşıyoruz.)
———————– <<>> ————————
Elleme, yanıldığını sansınlar diyemedim, saldırı ve çarpıtmalar karşısında.
Doğaldır böyle düşünmesi onun, ama doğal olmayan bir şey var; devrimcilerdeki zihin bulanıklığı nedeniyle kendini bir türlü aşamamış olan, Kürt hareketine karşı bakış açısı… Hiçbir zaman özünde devrimci olmayan bu hareketin önderliğine devrimci misyon yüklenmesi…
Devrim ve devrimciliğin söylemlerine pragmatik bir tarzda sarılan Kürt hareketinin bu davranışı, devrime dair dünyada duyulan sempatiden, kendisine pay çıkarmak, kendisine alan açmaktan başka bir şey değildir.
Egemen sınıfların Kürt kimliğine saldırısı ve Kürtlerin asimilasyon, katliam gibi nedenlerden mağdur olma durumu gerçek bir sosyalist hareketi yaratması gerekirdi, ama yaratamadı. Evet, yarattığı ‘başarı’ denilebilecek bir şey varsa o da pragmatist bir hareketin kendisidir.
Bu hareketin argümanlarına baktığımızda içerisinde, Marksizm’den aşırılan ama aslında Marksizm’e saldıran balta / sap / ağaç ilişkisini görmekteyiz.
İlgili şahsın, ‘algı felsefesindeki’ bu kifayetsiz duruş bir bakıma yumurtadan çıkan civcivin kabuğunu beğenmemesiyle ilintilidir. O algı felsefesi ki, bir bakıma yeni sandığı kimi düşün kaynaklarının yeni ile bir ilgisinin olmadığını bilemeyecek kadar cehaleti de içinde taşır.
Elbette bu olguların aşılabilmesi için önce kişinin; yaşadığı dünyayı hangi pencereden bakarak tahlil ettiğine, pencereye ulaşabilmek için üstüne çıktığı bir felsefenin üzerindeki duruşuna bakarız. Bu felsefenin, üzerinde yükseldiği zemini ne kadar sağlam kavradığına bakarız. Sağlam bir zemin üzerinde yükselen pencereden doğaya bakış, üzerinde yükseldiği felsefeden soyut düşmeyen bir algıya varacaktır.
Örneğimizi daha bir anlaşılır yapmak gerekirse birey, pencereden dünyaya bakabilmek için birey, fizik kuralları gereği durduğu yere,birZemine ihtiyaç duyar. Geldiği zemin sağlam olursa bireyin olaylara karşı bakış açısındaki tutarlık çözümlemede daha bir sadeliği ortaya çıkartır.
Birey idealist bir zeminden geliyorsa doğaya baktığı pencereden kendisine yansıyan algısını idealistçe yorumlayacaktır. Birey materyalist bir zemin üzerinden geliyorsa, materyalist felsefesine göre o pencereden gördüğü doğa algısını ayakları üstüne oturtacaktır. ‘Algı’ o noktada bireyin pencereden bakış prizmasına yansımasında felsefi bir etken olacaktır.
Elbette metafizik zemininden gelen bir şahıs o pencerede gördüğü manzara aynı olsada, birey o noktada algıladığı manzarayı geldiği (yani üzerinde durduğu) zemin tarzıyla yorumlayacaktır.
“Algı felsefesi” terimi her ne kadarda bana ait olsa da önermemin doğruluğu, algı ’nın prizma üzerine şekillenen yansımanın diyalektik bir metotla yorumlanmasından başka bir şey değildir.
Algı felsefesine göre geliştirilen retorik, bireyin zemin ve pencere algısından ortaya çıkan hitap şekli, o kişinin bir olaya ilişkin donanımını belirler. Algı her ne kadar bir Us’un yansımasıyla çözümlenen bir yöntem olsa da, Us’u tamamlayan önemli olgudur. Algı olmadan Us olmaz, us olmadan da algı oluşmaz. Yaşamımızda önemli bir yer kaplayan görme, işitme ve dokunma duyularımız, insanın Us’una kavram ve düşünce yapımında önemli bir temel taşı oluşturacak sinyaller taşırlar.
Bir kere Partiya Karkerên Kurdistan (PKK) ‘nın Karkerên = işçi söylemi işçinin olmadığı topraklara uymuyor oluşu ham bir ütopyanın doğal olmayan meyvesidir. Bunlara göre emekçi tanımı işçi sınıfı oluyormuş. Madem toprağa bağımlı emekçi köylülük işçi sınıfı oluyorsa rençper diye tarif ettiğimiz tarım işçisi tarlalarda kurulu hayali fabrikalarda üretim yapıyorlar demek ki diyebiliriz buna.
Toprağa bağımlı emekçiler (serfler/köylüler) tarıma bağlı pre kapitalist toplumlarda günü birlik işlerde çalışarak geçimini sağlamaya çalışırlarken çoğu zaman açlık sıkıntısıyla yüz yüze kalırlar. Bu şartlarda topraksız köylünün üretemediği koşullarda tek yapacağı şey tüketim olacaktır. Ama bir şeyi tüketebilmek için yine paraya ihtiyaç duyacaktır. Para burada mübadele aracıdır. Geçimini sağlayacak paraya sahip olmak için adeta boğaz tokluğuna çalışırcasına emeğini harcaması gerekecektir. Topraksız köylü emeğini heba edercesine harcaması, doğal olarak toprak sahibi olan toprak ağasının keyfiyetine bağımlı kalacaktır.
Sürekli tekrarlanan bu girdap bir kısır döngü içinde dönerken üreticinin lehine bir gelişme olmayacaktır.
Kapitalist toplumlarda üretim araçlarının sahibi üretimin daha iyileştirilmesi (daha iyi verim alabilmek için) üretici güçleri geliştirir. Toprak sahibinin burada böyle bir derdi yoktur çünkü gelişmiş bir başka modern sanayiye ait, üretici güçlerinin ürünü olan, mühendisliğin teknolojisiyle bütünleşmiş bir gelişmeyi kapsamına alan, teknolojiyi satın alır.
Teknolojinin toprağa girmesi demek daha çok köylünün açlık pençesiyle yüz yüze kalması demektir.
Tamda bura da, bu orantısızlığı ortadan kaldırabilecek Marksın sözünü ettiği pre kapitalist üretim ilişkileri gündeme gelmektedir. Gelişmekte olan toprağa bağımlı sanayi öncesi toplumların imdadına yetişmesiyle bilinen (bu ara süreci) kapitalist üretim ilişkilerine adapte ederek uyumlu hale getirecektir.
Ne yazık ki bizim ülkemizde gündeme gelen gelişmeler kısmen Marks’ın sözünü ettiği şekilde gelişse de, ağırlık daha çok montaj sanayi konumuna yönelmektedir. Bu gelişme, metropol diye adlandırdığımız şehirlerde montaj sanayiye yönelmiş olunsa da siyasette uygulanan yanlış politikalar sonucunda kırdan metropollere ciddi bir göçün yaşanması ülke gündemine oturmuştur.
Buna göre ortaya çıkan tabloya baktığımızda emeğin toprağa yönelik üreticiliğiyle ilgilenmeyen, üretici bir güç olarak onu geliştiremeyen bir toprak ağasının yanı sıra, emeğini satmak için çırpınan emekçinin yaşama dair çelişkisini sürecin kendi yasası gereği mevcut montaj sanayi süreciyle boğulmasına neden olacaktır.
Diyelim ki ilk başta mülksüzleri kattık bu kategoriye sıra mal, mülk, (ekime elverişli) büyük ve küçük ölçekli arazi sahiplerine sıra geldi…
Geniş bir yelpazeyi kapsayan bir katman olan küçük burjuva sınıfı da, bu pragmatizme göre işçi sınıfı oluyor!
Maruzatlarını anlıyorum ama maalesef, marksizmin tarif ettiği modern “sınai işçisi” tanımı bu coğrafyaya uymuyor.
Marks daha çok kendi yaşadığı dönemin gelişmiş modern kapitalist üretim ilişkilerine yönelik bir süreci anlatıyor.
Marks’ın taraf tuttuğu işçi sınıfı da böyle bir sürecin çıktısıdır. Marks’ın teorisini algı bazında bile çözümleyemeyen bir “anlayışın”, sosyalist dünya görüşünü benimseyebilmesini beklemek elbette ki, saf dillik olur.
Bu beklentilerimize hitap eden anlayış sahipleri diyelim ki sosyalist oldular. Diyelim ki devrim yaptılar… Olmayan üretim araçlarının üstünde sosyalizm yükselmeyeceğine göre, geçmişte Ulusal Kurtuluş Mücadelesiyle devrim yapan Afrika ülkelerinin sosyalistlikleri hangi üretim ilişkilerine dayandırıldığı dünde anlaşılmamıştı bu günde anlaşılır gibi değil.
Demokratik Halk Devrimi belki anlaşılabilir bir şey ama üretim araçlarının sıfır olduğu toprağa bağımlı tam feodal ülkelerde sosyalist bir devrimden bahsetmek sanırım kendimizi darı ambarında hissetmekten soyut olmayacaktır.
Çünkü sosyalizm, yıkılan köhnemiş kapitalizmin, modern sanayinin üstünde yükselen modern bir toplum ilişkisidir. Bir o kadar da kapitalizmin temel hırsızlığı olarak bilinen artı değer yasasını parçalayan bir mekanizmadır. Kapitalizmin her gece gördüğü korkulu rüyası bir o kadar da kaçınılmaz alternatifi olan bu üretim ilişkilerinin bir üst aşamasıdır sosyalizm.
Kürt dostlarımızın pragmatist önderliğinin Marksizmin sunduğu kaçınılmaz toplum yasalarını öğrenmeleri gerekir. Bu sadece Marksizm’e ait değildir bu insanlığın geçirdiği toplumsal evrimin kendisidir. Toplumsal yasanın kaçınılmaz değişiminin bilincine varmış olsalardı şu talihsiz sözcükleri ağızlarına almazlardı.
Çok rahat bir şekilde diyorlar ki; ‘Hareketimiz Marksist ekonomiyi de bir burjuva ekonomisi olarak tanımlıyor ve bir özeleştiri vermesi gerektiğini söylüyor.
Elbette Marksist ekonomiyi anlayamayanların, bunu burjuva ekonomisiyle eş değerde tutmaları tarafımızca anlaşıldığı gibi ‘‘Marksizmin nerede yanıldığına (!) ’’ cevap aramaları da gayet doğaldır.
‘Marksist ekonomiyi, burjuva ekonomisi’ olarak anlayan bir bakış açısına ilişkin söyleyeceğimiz tek bir şey var: O da, Marksist ekonominin ne olduğunu bilmedikleri olacaktır. ‘Biz söylersek olur’ bilgisizliğine ilişkin bizden onlara gidecek öneri daha çok kitap okumaları, bu konuda bilgisiz olduklarını söylemek olacaktır.
Marksist ekonomide şeyler ne zamandan beri piyasada mübadele etmek için üretilir oldu? Olmayan mübadele içinde şeyler ne gibi rant ’a tabi oldu? Olan şey ’in yanı sıra, olmayan mübadele = olmayan rant.
Kargaların gülmekten kriz geçirebileceği felsefi bir buluş, bir o kadar da Marksist ekonomiye gülen Karga katkısı.
Eşine az rastlanan bu akademik katkıya şapka çıkarmamak elde değil.
Marksist ekonomiye açılım getirdiğiniz için siz müteşekkiriz.
Burjuva iktisatçılarının sıkça düzenledikleri kutsal ayinlerinde, dile getirdikleri ‘‘Marksizmin yanılgısı” na da, bu türden ibadet şekillerine de aslında alışığız.
21.yy’da Amerika’yı yeniden keşfeden Kürt hareketinin Marksizm’e öykünmeleri, 1492 yılını pas geçmesinde saklıdır. Marksizm’i kendi istemleri doğrultusunda pragmatist bir şekilde çarpıtmalarını, sıkıştıklarında da Marksizm’e dönüp bolca yaptıkları alıntılarla saçmalıkları süsleme çabaları, mevcut gerçeği gizlemeye yetmiyor.
Hey gidi Marksizm sen nelere kadirsin dememek için adeta kendimizi zor tutuyoruz!.
Toplumsal yasanın kaçınılmaz tarihsel materyalizmini reddeden bu anlayış toplumsal değişimlerin diyalektiğinden bihaber, sorunu ‘doğa, yaşam ve toplumun bütünlüğünün görülemediği’ kalpazanlığıyla açıklanmaya çalışıyor. Para ’nın sahteliği, ilk eline aldığında belli oluyor, bırakalım ‘demokratik-komünal’ in dayanılmaz kaçıklığını.
Birbirini tamamlayan iki kelimeyi yan yana getirince herhalde teori yaptığını sanıyor. Her şeyin başına ‘modernite’ getirilince bir saptama yapıldığının sanıldığı gibi…
‘Komünalin’ kendisinin özü itibariyle demokratik olduğunu bilemeyecek kadar komedi oynanıyor.
Komün yapı itibariyle demokratiktir, demokratik olmazsa ‘Komün’ ismini almaz. Materyalizmi özünden yalıtanlar Komünü anlasalar anlasalar ancak bu kadar anlarlar. Komünü traji komik bir şekilde demokratikleştirirler.
“Marks’ın bu çözümlemelerinin temeli, özü itibariyle materyalist bakış açısına dayanmaktaydı. Materyalizmin ise, pozitivist bilimcilikten güç aldığı biliniyor. Buna bağlı olarak ekonomiyi, sadece maddi üretim ilişkileri olarak değerlendirdi. Doğa, yaşam ve toplumun bütünlüğü görülemedi. İnsanlık tarihi, tarihsel toplum yerine sınıflar arası savaş olarak görüldü. Böyle olunca da toplum sınıflarla izah edildiğinde, sınıfsızlaşma yerine sınıf savaşı adı altında parçalanma, kategorize etme derinleştirildi.” (1)
Ayakları bir türlü yere basmayan devrimi yadsıyan bu anlayış, devrimsiz bir şekilde kuracaklarını sandıkları ‘Demokratik-Konfederalizm’ ile gerçek dışı bir ütopyayı gerçekleşebileceğini sanıyorlar. Oysa bilmiyorlar ki, sanmakla yapmanın başka başka şeyler olduğunun ayrıntısını bile bilemeyecek durumdalar. Sanıyorlar ki ‘Demokratik-Konfederalizm’ ismi ilam verilince devrimsiz devraldıkları iktidara mülk sahipleri koşulsuz bütün topraklarını bağışlayacaklar. Komün kavramını demokratikleştirdikleri gibi, anlaşılan o ki, toprak mülkiyetini ellerinde tutan aşiretlerin toprakların yönetim tarzını ‘okus pokus’ yöntemiyle demokratikleştirecekler.
Marksizm, ‘insanlık tarihini, tarihsel toplum yerine sınıflar arası savaş olarak gördüğü’ için yanılgıya düşmüş. Yani bunlara göre ‘Tarihsel Toplum’ içerisinde sınıflar yokmuş. Sınıfların nötr olduğu tarihsel toplumların varlığını Kürt hareketinden öğrenmiş oluyoruz: bu kadar kaba bilgisizliğe şapka çıkarmak sanırım az gelecek!
‘‘ …Tarih boyunca tüm toplumlar insan ihtiyaçları dışında zenginleşmek için yapılan mal ve para birikimlerine hep şüpheyle bakmışlar, fırsat bulur bulmaz bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemişlerdir.
Birikimin felaketlere karşı değil de, bazı grup ve kişilerin zenginleşmesi için yapılmasının hep ahlâkın kötü biçimindeki yargısına maruz kalması boşuna değildir. İnsan yaşamı gibi kutsal tutulması gereken bir değeri birikimcilere ipotek etmek en büyük ahlâksızlık sayılmıştır.’’ (Demokratik Komünal Ekonomi, Abdullah Öcalan)
Bu satırların sahibi, sanırım bir rüya âleminde gördüğü rüyayı anlatıyor.
İnsanlık, tarihi boyunca toplayıcılıktan, köleciliğe, kölecilikten feodalizme, feodalizmden kapitalizme geçiş evreleriyle yüz yüze kalmıştır. Yukarıda yaptığımız alıntıda sergilenen paylaşımcılık hiçte teorize edilmeye çalışıldığı gibi gelişmemiştir. İnsanlık tarihinde vuku bulan toplumsal paylaşımcılık ilkel komünal toplumun haricinde hemen hemen hiç yaşanmamıştır. Yaşanan ilişkiler savaşlar, ganimetler, bir birini boğazlamalar şekline bir grafik çizgisi izlerken bütün bunlar sanki az geliyormuş gibi bire buna din ve inanç savaşları eklenmiştir. Barbarlığa varan bir dönemin fetihlerinde elde edilen ganimetler artı değere dönüşerek Kralların, İmparatorların zenginliğine dönüşmüştür.
Marks komünizmi, komünal toplumun üstünde insanlığın beyinsel fonksiyonlarda özel mülkiyetin hiçbir zaman hayat bulamadığı bir evre olarak tarifler. Marks’ın görkemli çalışmasının üzerine inşa ettiği bu evreyi formüle etmek için ömrünü feda ettiğini bilemeyecek kadar bir rüya âlemini anlatıyor yazarımız.
Yazarımıza sormak tam da zamanı, bana öyle bir evre göster ki; ‘insan ihtiyaçları dışında zenginleşmek için yapılan mal ve para birikimlerine hep şüpheyle baksınlar, fırsat bulur bulmaz da bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemiş, tarih boyunca tüm toplumlarda’ bu durum yaşanmış olsun?
İnsanlığın yaşamış olduğu tüm sınıflı toplumlarda, savaşların, yağmaların, katliamların, bire bir kılıçtan geçirmelerin durup dururken olduğuna inanmak gibi bir şey bu.
Sakın ola, göstermesini istediğimiz ‘evre’ ilkel komünal toplum çıkmasın!
Üzerine fazla anlam yüklenmeyecek kadar adı üstünde olan bu toplumun adı da ilkel toplum dur.
Bir ‘İlkel’ toplumda ihtiyaç fazlası olamayacak kadar…
İlkel Komünal Toplumda paylaşıyorlardı ama doğallığın ürünü olan kaçınılmaz (gerekliliği) paylaşıyorlardı.
Özel mülkiyeti, artı değerin ne işe yaradığını bilmeden paylaşıyorlardı. Şimdilerde bildiğimiz Komünizm sürecinde unutmak istediğimiz (ihtiyaç duymayacağımız) bu aşağılık kar hırsını yazarımızın hayali, olmayan hayali evrelere yamamaya çalışıyor. Sümer mitolojisinde bile Tanrıların birbiriyle savaş yaptığı bir dünyada, kralların bile M.Ö.2000’li yıllarda sömürü diyebileceğimiz bir sistem olan (vergi zenginliğinin üstünde) ihtişam sürerken ‘Tarih boyunca tüm toplumlarda fırsat bulur bulmaz da bu birikimleri ihtiyaç sahiplerine dağıtmaktan çekinmemiş,’ lafazanlığı abesle iştigalden başka bir şey değildir.
Dostlar, 21.yy ’da “Amerika’nın yeniden keşfi” yolculuğunda bulduğu istiridye kabuklarını inci sanan bir hayalperestlik dünyasıyla karşı karşıyayız.
‘‘İnsanlık tarihi, tarihsel toplum yerine sınıflar arası savaş olarak görüldü. Böyle olunca da toplum sınıflarla izah edildiğinde, sınıfsızlaşma yerine sınıf savaşı adı altında parçalanma, kategorize etme derinleştirildi.’’
Hem Marksizm’i eleştireceksin ‘tarihsel toplum yerine’ (tarihsel toplumların içinde sınıflar yokmuş gibi bir cehalet örneği sergilemek, bu konuda yapabileceğimiz en basit bir yorum bile olsa olsa kendileri için iltifat olur!) ‘sınıflar arası savaş olarak görüldü.’ diyeceksin, sonra da kalkıp ‘sınıfsızlaşmadan’ bahsedeceksin!
Sınıfların varlığını kabul etmiyorsan ve de Marksizm’i eleştirirken, sınıfı öne çıkarıp eleştirirsen peki o zaman nasıl ‘sınıfsızlaşmadan’ bahsedebilirsin ki? ‘Sınıfsızlaşma’ sınıf olgusunu otomatikman kabul etmiş pozisyonuna düşersin zira kabul etmediğin bir şeyin tersini öneremezsin.
Toplumun içinde var olan sınıfların statülerini bilmeden Marksizm’i eleştirmeye kalktın mı sadece gülünç olursun. Paradoksa düşülen durum da bu zaten.
Demokratik Konfederalizm adı altında demokratik-özerklik, eleştirdikleri Marksizm’den aşırdıkları bir kavramdır.
Marksizmin zenginliğinde bu kavramalar “Kürtlere Marksizmin hediyesi olsun” der geçeriz.
Zira Marksizm kendisini çarpıtanlara, kendisine saldıranlara karşı da eli açıktır.
Sorun bu değil elbette. Modern kapitalizmi pardon ‘Kapitalist Moderniteyi’ (2) eleştirerek yeni bir toplum modelini getirdiklerini sananların mantalitesi bu daha çok.
Derler ya hani, ‘aynı tas aynı hamam, sadece terlikler değişmiş!’ Zira her şey ortada ne, ne kadar uygun düşüyor sanırım buna okuyucu karar vermeli.
Okuyucuya incelemelerini öneririm, dikkatli bakıldığında görülecektir ki yönetmek istedikleri ‘modernite’ de üretim ilişkilerinde değişen bir şey yok. Bir bakıma, ‘Garp cephesinde yeni bir şey yok!’ verilerini içeren ‘ Ti ’ eksenli bir boru sesinin ‘Ta’ lı ahenk tamlaması gibi bir uyumu sağlamasından başka bir şey değildir.
Kapitalist modernite yani modern kapitalizmin oturmuş sisteminden biri olan ulus devlet şekline öykünülürken devlet olmadan ulusçuluk aidiyetinin etrafında toplanılarak demokratik-konfederalizmin kutsanması söz konusudur. Sözüm ona ulus devleti değiller ama bütün işleri bir uluscuk aidiyeti altında yapmalarında bir sakınca görmemektedirler
Tabi ki, buna göre misyon yükledikleri ‘Demokratik Komünal Ekonomileri’ kapitalist üretim ilişkilerinde kendi iç dinamizmiyle gelişmemiş bir sürecin ‘Demokratik Komünal Ekonomisini’ ve sermayenin pre-kapitalist toplumsal formasyonlarını, kapitalist formasyonlara dönüştürme eğilimleri olacaktır. Kendi kendilerini tanımlarken istedikleri kadar adlarına demokratik-konfederalizm desinler, çünkü ilk aşamada pre-kapitalist toplumsal formasyondan soyutlanamayacaklardır. Dahası da var; özel mülkiyetin, artı değerin kutsanması söz konusu olacaktır.
‘‘Farklıulusların birbirleriyle olan ilişkileri, bu ulusların her birinin üretici güçleri, iş bölümünü ve iç ilişkilerini ne oranda geliştirdiklerine bağlıdır. Bu genel olarak kabul gören bir saptamadır. Bununla birlikte, yalnız bir ulusun öteki uluslarla ilişkileri değil, bu ulusun kendiiçyapısıdakendiüretiminingelişimdüzeyineveiçvedışilişkilerinebağlıdır. Bir ulusun üretici güçlerinin ulaştıkları gelişme düzeyi, en açık şekilde, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşılır. Daha önce elde edilmiş olan üretici güçlerin salt niceliksel bir artış (örneğin yeni toprakların tarıma açılması ) olmadığı sürece, her yeni üretici güç, işbölümünün daha da gelişmesine yol açar.’’(3)
İşsizliğin doruk noktasına ulaştığı Doğu Anadolu bölgesi yaşanan olağanüstü koşullar, bölgenin özgün yapısı gereği yoğun göç veren bir bölge konumuna ulaşmıştır. Marks’ın bahsettiği, toprak ağalarınca zapt edilen toprakların özgür bir şekilde tarıma açılma süreci hiçbir zaman yaşanmamıştır. Üretici güçlerin niteliksel artışı Türkiye Cumhuriyeti devletinin yanlış politikaları sonucu Türkiye’nin başka şehirlerine göçün kaçınılmazlığını beraberinde getirmiştir. Nasıl Marks bir ulusun üretici güçlerinin ulaştığı gelişme düzeyini en açık şekilde, işbölümünün ulaştığı gelişme düzeyinden anlaşıldığını ileri sürüyorsa, biz bu noktada Türkiye’nin misak-i milli sınırlarına pay edilmiş bu Kürdistan toprağında daha çok nal toplanacağı açık.
Yüzeysel görünümünde bölgeye ciddi bir şekilde ekonomik kalkınma yapacağının propagandası yapılan büyük GAP projesi, özünde temelsiz bir o kadar da yanlış politikaların ürünü olarak yatırım yapılmaktadır.
‘…Türkiye’de geniş ve potansiyeli yüksek topraklar denince akla hemen Güneydoğu gelir. Yer altı ve yerüstü su potansiyeli yüksek bu coğrafyanın toprakları, Türkiye topraklarının yüzde 10’u, ekonomik olarak sulanabilir arazisi ise Türkiye toplamının yüzde 20’si büyüklükte. Güneydoğu Anadolu Projesi alanında 3,2 milyon hektar ekilebilir arazi var.
Bu alanın yaklaşık 1,7 milyon hektarı sulanabilir arazi, kalanı ise kuru bitkisel üretim alanı. 2008-2012 dönemine ait GAP Eylem Planı, 1.060 bin hektar sahada sulamayı hedefliyor ve bu kapsamda 1.232 km uzunluğunda ana kanal yapımı öngörüyor. Ne var ki, bunların ancak yarısının inşaatına başlanabilmiş durumda. Toprak, suyu beklerken, mülkiyet ne durumda? Bölgede özellikle Diyarbakır ve Şanlıurfa, toprak eşitsizliğinin en yüksek olduğu merkezler.
TÜİK ’in son tarım sayımı verilerine göre, Diyarbakır’da topraksız ve az topraklı ailelerin oranı yüzde 42 (22 bin aile). Bunlar, toprakların ancak yüzde 4’üne sahipler. Buna karşılık, Diyarbakır’da toprakların yüzde 41’den fazlası ailelerin yüzde 3’ünün kontrolünde. Şanlıurfa’da da 10 milyon dekara yakın arazinin yüzde 30’una yakınının ailelerin yüzde 1,5’una ait olduğu görülüyor.
GAP Ağaları ve yoksul Kürtler
Diyarbakır ve Şanlıurfa’da gözlenen yüksek toprak temerküzü, uzun yıllara dayanan feodal mülkiyet ilişkilerinin bir mirası. Cumhuriyet tarihi boyunca el yakan sorunlardan biri oldu toprak reformu. Hiçbir iktidar, toprak ağalarını karşısına alacak bir reforma cesaret edemedi.
Miras yoluyla ve büyük toprak sahiplerinin kent burjuvazisine dönüşmesi sürecinde belli toprak parçalanmaları olsa da, Güneydoğu’da hala bir toprak reformunu gerektirecek mülkiyet uçurumu var. Ama kim yapacak? AKP iktidarı, Kürt toprak beylerini karşısına almak yerine, onlarla ittifak arayışında. Sulama yatırımları ile tarım kapitalistlerine dönüşmeleri beklenen Kürt feodalleri, AKP için bulunmaz müttefik.’(4)
Araştırmacı kimliğine önem verdiğimiz sırf Türkiye Ekonomisi üzerine 20 kitabı bulunan Sayın M. Sönmez’den yukarıda yaptığımız alıntıda, toprak mülkiyetindeki eşitsizliği istatistik çizelgeyle ortaya koyduğu bu araştırmaya göre; Marks’ın farklı ulusların birbirleriyle olan ilişkileri, bu ulusların her birinin üretici güçleri, iş bölümünü ve iç ilişkilerini ne oranda geliştirdiklerine bağlıdır dediği olgu doğuda üzülerek söylemeliyim ki belirsizlik içindedir. Buna göre Türk ve Kürt ulusunun üretici güçleri, iş bölümündeki yok sayılabilecek düzeydeki eşitsizlik gelişme düzeyini göstermede sanırım iyi bir örnek.
Bırakalım iki ulusun üretici güçlerinin işbölümünde ulaştıkları gelişme düzeyini, bırakalım gelişme düzeyini bir kenara toprak mülkiyetindeki eşitsizlik olgusunu daha iyi körüklemek için inşa edilen büyük GAP projesi tam tersine topraksız halkın aleyhine olan bir gelişmedir.
Toprak mülkiyetini ellerinde bulunduran Toprak ağalarının binlerce hektar alanları sulamaktan başka bir işe yaramayacağı gibi tarımda kapitalistleşmeyi köylüleri köleleştirmeyi hedeflerken Türkiye Cumhuriyeti ve Toprak Ağaları kafa kafaya verip pre-kapitalist bir süreci yakalamayı hedeflemektedirler.
Gelişmeler bu kadar açık olmasına karşın ‘‘Kürt siyasi hareketi ise, doğuşunda anti-feodal bir söyleme, yoksul köylülüğü taban sayan bir profile sahip iken zaman içinde “ulusçu” damarı ağır basınca Kürt feodalleriyle hesaplaşmayı gündemden düşürdü, yoksul köylüyü topraklandırma maddesini programının neredeyse en arka sıralarına attı.’’ (5)
Alt kısımlarda kullanmaya karar verdiğim alt ara başlığımızda ‘Aşiret Modernitesi’ tanımını her halde iş olsun diye kullanmak istediğimi şimdi sanırım bu bulgularla daha iyi anlaşılacağını biliyorum. ‘Kapitalist Moderniteye’ uyum sağlayacak bir (pre-kapitalist) sürece hizmet edecek ‘aşiret modernitesi’ PKK’nın bahsi geçen Kürt feodallarıyla hesaplaşmadan vaz geçmesinin adı ve sebebi işte budur.
Bucak aşiretine karşı yaptıkları ilk silahlı eylem köprüsünün altından çok suların aktığı, toprak ağalarının BDP saflarında barış ve güven içinde, topraksız yoksul Kürt köylülerinin nasıl GAP sürecinde sömürüleceğinin anlaşması yoksul halkın yararına olmayan bir demokratik-konfederalizm antlaşmasının içindedir.
Demokratik-konfederalizm programı içinde toprak mülkiyetine sahip olan yukarıdaki örnek grafiğimizde belirlenen toprak ağalarının toprak mülkiyetlerine el konulup topraksız yoksul Kürt köylüsüne eşit bir şekilde toprak dağıtılacağını siz gördünüz mü? Zira ben görmedim!
Toprak mülkiyeti elinden alınacak toprak ağalarının BDP bileşenlerinin içinde boy göstermelerinin sebebini, Kürtlerin, Kürt milliyetçilik damarıyla açıklamaları söz konusuysa gelecekte hak ettiği şekilde sömürüleceğinin mutabakatında öz güven anlaşması yaptığı ortaya çıkar ki, bu da kendilerinin sorunu.
Dün toprak mülkiyetini ellerinde bulunduran aşiretler GAP Projesiyle (hedeflendiği ölçüde) turnayı iki kez gözünden vurmuş olmaları tabiiki demokratik-konfederalizmin sunmuş olduğu toplumsal mutabakattır. Sanırım şimdi sorun daha iyi anlaşılıyordur dün Kürt feodalleriyle hesaplaşmayı hedeflerken bu gün Kürtlük adına BDP bileşenlerinde Kürt toprak ağaları kol kola olmaları daha iyi anlaşılmaktadır.
Daha bitmedi. Neyi ve nasıl anladıklarına ilişkin geriye dönecek olursak, özel mülkiyetin olmadığı SSCB ‘de, özel mülkiyete karşı 74 yıllık amansızca bir mücadelenin sürdürüldüğünü göremeyecek kadar donanımsız bir anlayış var karşımızda. Komünal bir tarzla iç içe yaşayan Kolhozların başarısızlığını sanırım bu anlayış 74 yıl sonra özel mülkiyetin olmamasına bağlayacaktır. Öyle ya Marksizm toplumları sınıflar mücadelesi olarak algıladığı için yanlış yapmış, hatta bunlara göre toplumu sınıflara bölmüştür.
Pre kapitalist sürecin içinde ulus devletine öykünürken ulus kimlikçiliğine sığınmak, başkaların gözündeki çapağı görürken kendi gözlerine giren merteği görmemektir.
Demiştim ki: ‘…Tabiiki anlatımlarımız statü içinde resmi olarak mevcut pastayı bölüşmek istemeyen payların tümünü alan 'Ulusal Burjuvaziyle’ ilgilidir. Bir bakıma ayrımcılık, tek hücreli amipler gibi insanların gruplaşarak ayrıştığı ulus saflaşmasında, kendisini farklı hisseden, insan topluluklarına (inkârcılık yöntemiyle, % 100 pastaya sahip olma adına) sürecin içinde bölünen insan gruplarının farklılığını yok saymaktır.
Bu farklılığı yok sayan, dilini ve örf ve adet dedikleri davranış şekillerini bile, kendi soyuna mal eden şoven bir burjuvazi, sahip olduğu pastasını dilimlere ayırıp paylaşmayı tabiiki istemeyecektir.
Misak-i Milli sınır dediğimiz ulusal çitin içinde yaşayan birden fazla ulus ve Ulusçulukların gelişmekte olan burjuvazisinin çıkarları bire bir çakışmıyorsa ulus tabiiyeti öne çıkarılarak kendisine bir alan çizmeye çalışacaktır.
Hâkim ulusun burjuvazisi palazlanmakta olan daha henüz rüşt-ünü ispatlamamış burjuva adaylarıyla aynı pastayı paylaşmaya yanaşmıyorsa burada sorun hep var olacaktır.
Kendi var oluşu için, ulusal kimlikli bir silahlı mücadeleyi seçiyorsa burada sorun ulusal sorun kisveli bir yeni gelişme, palazlanmak isteyen burjuvazinin böyle bir perde ile gizlenmeye çalışmasıdır. Gelişmekte olan burjuvazinin pazardan pay alma pay vermeme mücadelesidir. Burada asıl sorun; doğmakta olan burjuvazinin var oluşu ya da yok oluşu sorunudur. Sınıflı kapitalist toplumlarda ulusal muhtevalı her savaş gizde kalmış burjuvazinin kendi savaşıdır. (abç. AGS)
Bugün Kürdistan dağlarında ölen öldüren her savaşçı (İlle de ayrı bir devlet kurmak için savaşıyoruz diyorlarsa) ister bunu desinler isterse bunu demesinler, unutmasınlar ki kendi burjuvazisi adına savaştığını bilmek zorundadırlar.’ (6)
Bunları yazdığımda Türk Solundan kimi arkadaşlar, ‘Kürtlerin burjuva çıkartmak gibi bir şeyle işi olamaz, bunu da nereden çıkarıyorsun’ falan demişlerdi. Tuhaf karşılamışlardı…
Kürt hareketinden faydacılık bekleyen kimi Türk Sol’una mensup Türk sosyalistleri, Kürt hareketiyle nasıl bir ilişkisi olur? Kürt hareketinin muhtevasını nasıl kavramış? Bu da tabiiki ayrı bir tartışma konusu.
Bu gazete haberinin resimli kupürü yıllar önce anlatmaya çalıştığımın tespitlerimin verisidir. Bilmiyorum daha başka söze gerek var mı?
Madalyanın öbür yüzü olan resmi devletin askeri ‘vatan savunması altında gizlenen’ asıl savaşı nasıl kendi burjuvazisinin ulusal çıkarlarını koruduğu için ‘şehitlik’ yalanıyla kandırılıyorsa, diğer tarafta ‘şehadete’ ulaştığı söylenen bir örgütün savaşçısı olan gerillanın amacı bir şekilde askerden farklı değildir.
Tarihin her döneminde (her olasılığı kullanan burjuvazi) tek kurşun bile atmadan üretim araçlarının sahibi oluverir.
Tumturaklı kelimelerin yanı sıra yerine cuk diye oturan bir ulus tarifine burada pek de o kadar ihtiyacımızın olduğunu söylememize hiç gerek yok.
İşin tuhaf tarafı buna ihtiyacımızda yok. Hayat söylemlerimi bir kez daha doğrulamış durumda.
Sorun yukarıda anlattığım gibi ‘çıkarı bozulan palazlanmakta olan kendi burjuvalarının diğer bir ulusun burjuvazisiyle aynı pastayı paylaşmaya yanaşmıyorsa, kendisi var oluşu için ayaklanmayı seçiyorsa, ‘kendi ulusum dediği’ aynı dili, aynı kültürü, paylaştığını söylediği bu insanlar tarafından gerilla savaşına destek bulmuşlarsa, burada asıl sorun; doğmakta olan burjuvazinin var oluşu ya da yok oluşu sorunudur.’ (adı geçen alıntı)
Dün bunu gizliyorlardı, hatta bu argümanların ışığında devrim bile yapacaklarını söylüyorlardı SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte Marksizm’e dair hiç olmamış o boş inançlarının realiteye nasıl uymadığını Marksizm’i eleştirerek düşük performanstaki bilinç olgularını kapatmaya gizlemeye çalışıyorlar.
Oysaki Kürt hareketinin öncelikle asli görevi Marksizm’i kavramak olmalıydı. Bunu hiçbir zaman beceremediler. Marksizmin ezeli düşmanı olan burjuva ekonomistlerinin ileri sürdüğü Marksizmin sözde iflasının çarkını döndüren su değirmenine, sutaşıma görevini yerine getirme uğraşısı içindeler.
Hemen belirtelim ki Kürt hareketinden çıkarı gereği sırtında yumurta küfesi taşıyan Türk sosyalistleri çıkarları gereği soruna atıl kalıyorsa bizimde atıl kalmamız gerekmiyor. Zira biz onlar gibi çıkarcı, bir o kadarda sinsi bir anlayışa sahip değiliz. BDP ’nin içinde bulunun sözümüz ona ‘sosyalistleri de’ bütün bu olan bitenlere karşı sesini çıkartmıyorlarsa onları da çıkarcılıkla suçluyoruz.
Bu kadar sözden sonra insanların kendilerini afilli modernitelerle nasıl yöneteceğine tabiiki sözümüz olmaz bizim sözümüz insanların kendisini nasıl yöneteceğine dair değil tersine kendisini besleyen kabuğuna boş gözlerle bakarak kabuğunun ne olduğunu bir türlü kavrayamayan, sürekli kavrama problemi yaşayan civcivin düşük ayarlı mantalitesinedir.
AŞİRET MODERNİTESİ
Marksizmin Kapitalizme ilişkin yapmış olduğu kapsamlı tahlili aşiret modernitesinin rehabilitesine tabiiki uymayacaktır. Kapitalizmi marksizm yaratmamıştır var feodalitenin üstünde yükselen toplum biçimi olan Kapitalizmi Marksizm tahlil edip, onun mezar kazıcısı olan sosyalizmi toplumu üreten üretici işçi düzenini işçiler lehine formüle ederek ayakları üstüne oturtmuştur.
‘…Tüm aşiret, kabile, kavim yönetimleri hep gevşek ilişkiler niteliğindeki konfederalizme izin verir. Ak-si halde iç özerklikleri zedelenir.
… Tarihte yerel ve bölgesel özerklik politikaları hep olagelmiş, ahlaki ve politik toplumun varlığını sür-dürmesinde önemli rol oynamışlardır. Dağlar, çöller ve ormanlık alanlar başta olmak üzere, yeryüzünün çok geniş bir coğrafyasında kabile, aşiret, köy ve kent toplumu halinde yaşayan halklar ve uluslar, uygarlık güçlerine karşı sürekli özerklik ve bağımsızlık politikaları ile direniş sergilemişlerdir.’ (Demokratik-Konfederalizm/Abdullah Öcalan)
Alıntılardan anlaşılanlar çok açık, modern kapitalist toplumlarda (teori sanılan argümanı kullanırsak) Kapitalist Modernitede, kapitalizmin bir burjuvazisi vardır. Pire kapitalist toplumun belirgin evrelerinde ise aşiret, klan, kavim, kabileler gibi insan küme – öbek adi yatı söz konusudur. Toprak ağalarının hüküm sürdüğü toprağa bağımlı pire kapitalist geri kalmış toplumlarda alt üst oluşsuz /devrimsiz bir standarttı yakalayabilmek hayal mahsulüdür. İmkânsızdır. Meksika’nın ünlü köylü devrimcisi Emiliano Zapata ’nın dramatik sonu, böyle bir sürecin tamamlanamamasının ürünüdür.
Devam eden alıntımız yine pragmatist ögeler ışığında saçmalamaya devam ediyor.
‘…Bununla bağlantılı olarak ekonomi ve toplum, sadece maddi yönüyle ele alındı. Bunun sonucu olarak da emek-değer kavramı yüzeysel ve dar kaldı.
Fiziksel emek ve bunun karşılığı olarak da ücrete ağırlık verildi. Bununla birlikte Marksizm, kapitalizmin doğru izahında da çok önemli eksiklikleri yaşadı.
Öncelikle kapitalizmi bir toplumsal sistem olarak tanımlanması büyük bir hataydı. Bununla birlikte kapitalizmi sadece içinde bulunduğu Avrupa zaman-mekânıyla izah etmeye çalıştı.
Yani, kapitalizmin kökeninin devletin ilk nüvelerine dayandığı, pek görülemedi. Bir diğer hata ise ekonomi tanımlamasında Avrupa-merkezci yaklaşım belirleyici oldu. Tüm bunların sonucu olarak, karşıtı olduğunu iddia ettiği kapitalizme, aslında büyük güç kazandırdı.
Ekonominin, toplumun ahlaki-politik varlığın temeli olduğu gerçeğinin anlaşılmasında büyük bir falsifikasyona yol açtı.’(7) (aynı yazı, abç)
Bu alıntıda anlatılanları Marksizm göremediği için, Marksizmin kapitalizme güç kazandırdığını iddia edebilecek bilgisizliği pazarlamaya çalışıyorlar. Kapitalizm bunlara göre toplumsal bir sistem değil ama ne olduğunu bilmiyorlar.
O halde bu kapitalist sistem neden var ki?
Neden köleci ve feodal sistem tarihe karıştı ki? Peki, bu gün neden köleci bir sistem yok? İnsanlar kapitalist üretim içinde bir bakıma teknolojik robot çağına adım atmışlarsa bu üretici güçlerin gelişimi sayesindedir. Kafa ve kol emeğinin bileşkesi olan bir üst aşamasıdır. Size göre bu gelişim Marksizmin yapmış olduğu hata diye tanımladığınız olmayan bir toplumsal sistem sayesinde olmuştur.
Bilinmelidir ki aşiret düzeneğine uyarlamayı düşündükleri demokratik-konfederalizm 15.yy ile 16.yy Avrupa’sında vuku bulan derebeyliğin de gerisinde seyir gösteren insanlığın olumsuz düzeneğidir aşiret ve klan ilişkileri. Toprağa bağımlı bir üretimin demokratik yönetimi olsada diğer tarafta üretici güçlerin gelişimi sıfır noktada.
Kendi düşüncelerine göre Marksizmin yanlış tanımladığı toplumsal sistem olan gelişmiş Kapitalist üretici güçlerinin zekâ ürünü olan modern makinalara bağımlı demokratik-konfederalizm. Ulus devletine karşı çıkan ama ulusal varlığına sahip çıkarak ulus devletinin işlevini demokratik-konfederalizmle çözmeye çalışan bir sistemin algısı. Gözden kaçırdıkları asıl olgu ise kapitalizmi toplumsal bir sistem olarak formüle ettiği için Marksa öykünen bu sistemin ana olgusu olan ulus devletlerinde aşiret ilişkilerinin olmamasıdır. Beğenmedikleri eleştirisel yaklaştıkları bu ulus devletlerinin içinde 15.yy ile 16.yy Avrupa’sında vuku bulan derebeyliğin de gerisinde seyir gösteren insanlığın olumsuz düzeneği olan aşiret/klan gibi bir ilkelliği barındıramaz.
Savaş galibi emperyalist ülkelerce (paylaşım savaşının bir gereği olarak) Türkiye topraklarına katılan Kürdistan toprağının parçası olarak bilinen bu coğrafya da bir türlü erimeyen / eritilemeyen aşiret ilişkileri asimilasyon algısıyla ulus devletinin sırtında taşıyacağı bir kambur olarak sorunlu uyumsuz yapısını hep korumuştur.
Ulus devletsiz demokratik-konfederalizmle (ama ulus kimliğiyle) asimilasyonsuz bir şekilde aşiret ilişkilerini çözebildikleri oranda gelişebilirler. Karl Marks’ın insanlığa bahşettiği Marksizmini belki o zaman daha iyi anlayabilirler.
‘Bütün dünya ve Ortadoğu halkına demokratik konfederalizmi hediye ediyorum Ortadoğu ve hatta bütün dünya halkları için geçerli çözüm demokratik konfederalizmdir. Demokratik konfederalizm devlet olmayan, demokratik ulus örgütlenmesidir. (Demokratik-Konfederalizm / Abdullah Öcalan)
Yukarıda bir bölümde söylemiştik insanların kendilerini nasıl yöneteceğine kendisi karar vermesinden daha doğal bir şeyin olamayacağını burada yeniden tekrarlamaya gerek var mı bilmiyorum ama bu konuda düşüncemizin çok net olduğunu biliyorum. Yeniden alıntıya başvurmamızın sebebi insanların kendilerini nasıl yöneteceğine ilişkin olmadığını tam tersine başka bir konuya dikkat çekmek için bu alıntıyı yaptığımızı belirtmeliyim burada.
Sözümüz hediye şekline ilişkin.
Bir şey hediye edilirken o şey hediye edene ait olmak zorundadır. Başkasının evini ya da her hangi bir malını ben nasıl bir başkasına hediye edemezsem, bir başkası da aynı hassasiyete sahiptir /olmalıdır.
Demokratik-Konfederalizm Abdullah Öcalan’dan önce de vardı. Bilinen başkasına ait bir şeyin hediyesi olsa olsa abes-le iştigal olur. Zaman zaman insanlar tarihin çeşitli dönemlerinde ihtiyaç duyduklarında Demokratik-Konfederalizmi kullanmışlardır son kullanma tarihi bittiğinde de Demokratik-Konfederalizmi terk etmişlerdir. Galiba bu gerçeklik atlanarak birey kendine mal etmeye çalışıyor. Komiklik bu kadar sendrom yaşayamaz ama söylemek zorundayım.
Anlaşılan o ki her yaptığımız alıntı başlı başına sayfalar dolusu cevap yazabileceğimiz nitelikte. Bu kadar kaba sentez az rastlanır cinsinden dersek sanırım boşa söylem olmayacaktır şimdi bir alıntıya daha bakalım:
‘ Toplumsal doğaya ilişkin pozitivist evrenselci, çizgisel-ilerlemeci yaklaşım kendilerini er geç gerçekleşecek bir sosyalizm anlayışına götürmüştür. Kutsal Kitaplardaki eskataloji (ahret inancı) bir nevi sosyalizm olarak yansıma bulmuştur. Toplumlar ilkel, köleci, feodal, kapitalist ve sosyalist olarak, düz bir çizgide gelişen modeller olarak tasvir edilmiştir. Burada bir nevi kader anlayışı söz konusudur. Derinden etkilendiğimiz bu dogmatik anlayışların kökeninde dinsel kader ve ahret inancının yattığını fark etmek acı ve geç olmuştur.’ (8)
Sanırım yine yazarımız eskatalojiyi vitrin süsü olarak kullanmakta. Toplumların tarihsel sıralamasını Marks / Engels bir yerinden uydurmamışlardır. Tarihte gelişen sıralamayı oturup incelemişlerdir. Tarihin kronolojik sıralamasın da yazarımız beğense de beğenmese de bir kez tarihe mal olmuştur. Tarihsel gelişimi tersine çevirebilmek için yazarımız boş yere nefes tüketiyor. O halde bizde ekatolojiyi Demokratik-Konfederalizm için kullanalım.
Paylaşım savaşlarıyla sınırların çizildiği bir coğrafya da hayalimizi optimist bakış açısıyla süsleyerek Demokratik-Konfederalizmi bir nevi ekatolojik ahiret inancı sayabiliriz. Bizim buna ihtiyacımız yok. İnsanlar kendilerini nasıl uygun görüyorlarsa öyle yönetsinler ama yazarımız huzursuz oda marksizmin öğretilerinin tavizsiz bir şekilde Demokratik-Konfederalizme kararlı kuş bakışıyla bakmasından rahatsız. Bunları nereden çıkartıyorsun deyip, beni önyargılı davranmakla suçlamaya yelteniyorsanız, durun derim. Öncelikle yazarımızın kendi ağzıyla söylediği söylemlerine gelin birlikte okuyalım:
‘Devrimci hareketlerin son iki yüz yıllık deneyimlerinin başarısızlığa uğramasının temelinde de ulus-devleti daha devrimci sayıp demokratik konfederalizmi geri bir siyasi biçim olarak görerek tavır alışları yatmaktadır.’ (9)
Başlı başına ulus devletini aklı başında hiçbir marksist daha devrimci saymamıştır. Yazarımız kendi önermesini doğrulatmak için bu savı, araya serpiştirdiği ‘ulus devleti’ terimini süs olarak kullandığını sanıyorum. Yazarımız toplum biçimiyle devlet olgusunu karıştırıyor. Bu zihin bulanıklığı yazarımızı sav saçmalığına götürüyor. Köleciliğe göre feodalizm, feodalizme göre kapitalizm daha bir devrimciydi acaba yazarımız tarihin bu ender kronolojisiyle mi karıştırıyor, yoksa bilinçlimi çarpıtıyor? Bu anlatımına göre Demokratik-Konfederalizm Sosyalizmin yanında neden geri ve ilkel durduğunu yazarımızın kendi tasvirinden net olarak anlamış oluyoruz.
Mantalitedeki söylemlerin neresinden tutsan tutarsızlık saçmalık diz boyu olsada Kürt sosyalistleriyle Türk sosyalistleri adeta söz birliği etmişlercesine Marksizm’e cepheden yapılan fütursuzca saldırıya karşı bu denli suskunluk, basiretsizlik örneği sanırım akıl tutulmalarında gözlenen durumdur. Ama yaşadığımız realite bize gösteriyor ki basiretsizliğin en iyi örneği sergileniyor. Küçük hesaplarıyla yola çıkan bu ‘sosyalistler’ HDP içinde parsa kapma / nüfus kazanma gibi mide bulandırıcı şarlatanlığı ihya ediyorlar. Marksizmin öğretisinin inkârı olan Marksizm’e yapılan bu saldırılara karşı tek kelime savunusu olmayan ruhsuzlar ordusunu oluşturmuş durumdalar. Sosyalistlerin HDP içinde nasıl olunması gerektiğinin Elham’ını okuyorlar.
‘İşçi sınıfı ile burjuvazi birleşip sonra toplumu sömürüyorlar. Değer teorisinin özü budur. İşçi sınıfının bu eksenli devrimciliği safsatadır.’(10)
Kapitalistlerin tarihinde gelmiş geçmiş yer alan ekonomistlerinden tutunda satılmış bilim insanlarına varana kadar deyim yerindeyse hiç biri bile bu kadar fütursuzca bir dil kullanamamışlardır. Çünkü onlar bilim insanı dilini tahlilini kullanarak Marksizm’i çürütmek ebedi olarak yeryüzünden silmeyi hedefliyorlardı. Marksizm her şeyden önce emekten yana çalan hırsız asalaklara karşıydı. Marksizmin bu dalda tarihsel haklılığını, hayranlık uyandırıcı doğruluğunu gördükçe, burjuva ekonomistlerinin ayakları burjuvazi cenahında ne kadar kaygan olduğunu, teoride ayaklarının yere neden sağlam basmadığını / basamayacağını ilk baştan farkına varmışlardı.
Şimdi burada duralım. ‘İşçi sınıfının burjuvaziyle birleşip toplumu sömürmesi’, olsa olsa Angut teorisinden başka ne olabilir ki? Angut teorisinde durum böyle olunca ‘işçi sınıfının devrimciliğinin de safsata olması’ tabiiki tarafımızca anlaşılır bir şey. Yazarımızın karın ağrısı ortada burjuvaziyle işçi sınıfı bir olup köylüleri ve memurları vs. sömürüyorlar. Oldu olacak bu sömürüden elde edilen artı değeri de tahlil etseydi kapitalist işçilerin bu çetrefilli duruşunu yazarımız olan ‘başkan ve önder’ sıfatlımızdan öğrenmiş olacaktık. Ama arkası gelmiyor… Kim bilir belki ileride…
Buna göre ortada anlaşılmayan bir nokta var. İşçi sınıfı şiddeti örgütleyen devlet mekanizmasına sahip değilken toplumu hangi baskı ve şiddet aracı dediğimiz devlet erkinin yoksa içinde mi? İşçi sınıfı toplumu sömürmeye kalkıyorsa devlet erkine ne zaman sahip oldu? Artı değerden ne ölçüde pay alıyor doğrusu merakımız söz konusu. Bu nokta açılması gerekirdi…
Devlet: bir sosyal sınıfın diğer sosyal sınıflar üzerinde baskı ve tahakkümü ise bu mantalitenin sahipleri en başta Marks /Engels sonra da Lenin iflas etmiştir. Marksizm’den kaçış dolu dizgin olsa da pragmatizm işin içinde, işin özünde olunca daha bir başka oluyor.
Bir insan Marks’ın Sosyalizmine Marks’ın Marksizm’ine demediğini bırakmayacak sonra da;
‘ …Bu kadar tecrit olmama rağmen, tek başıma sosyalizm konusunda karamsarlığa girmedim. Kararlı, çok yüksek moralle mücadelemi sürdürüyorum.’(11) diyeceksin!
Baştan beri tekrarlıyoruz pragmatizmin ne olduğunu, ne olmadığını ısrarla anlatma çalışıyoruz… Görülüyor ki Ayçiçeği bitkisi gibi güneşe bağımlılığı gün boyu dayanılmaz ölçüde iken, (ihtiyaç duydukça sosyalist olduğunu yeniliyor) gün batımında Marks’ın yetersizliğini keşfediyor. Marksizm var olduğu sürece zavallı Ayçiçeği bitkisinin pragmatistçe güneşine bağımlılığı sanırız bu hiç bitmeyecek.
Tabiiki daha bitmedi, o halde tekrar dönelim;
Marx'ın kapitalist toplumda bu kadar ilgi çekici bulduğu şey neydi? Diye sanırım sormak hakkımız.
O halde anlatalım, akıl tutulmasının yaşadığı bu süreçte belki bir anlayan çıkar.
Kapitalist toplumda üretici güçler kendi ihtiyacı için bir şeyi üretmez. Kendi ihtiyacı olan şeyi üreterek karşılarsa bu şey sadece ihtiyacı karşılamakla sınırlıdır. İhtiyacını karşıladığı şeyi bir daha bir daha denilip ihtiyaç fazlasını üretmeye ama hiç ihtiyaç duymayacaktır. O halde bunun adı üretim olmayacaktır. Bir şeyin üretim olabilmesi için o şeyin mübadele edilebilmesi için pazar gerekir. Şeylerin mübadelesi bu pazarda şekillenir. Şeyler pazarda mübadele sonucu şekillendikçe talep kendi emisyonunu yaratacaktır. Talep şeylere kar marjını belirlerken metaların ederi, üretici güçlerin toplumsal yaşama katılmasına katkı sağlayacaktır. Üretici güçler bu kez milyonlarca üretim çeşitlerden birine ihtiyaç duyduğunda, o şeyin üretimi için, sattığı emeğin ederiyle satın alma yoluna gidecektir.
Şeylerin pazarda mübadelesinin macerası tabiiki bu kadarla şekillenmeyecek bunun yanı sıra üretici güçler hem kendini geçindirdikleri gibi birde kendileri haricinde yönetici sınıf diyebileceğimiz kapitalistlerin artı değerden pay alarak zenginleşmesine neden olurlar. Üretici güçler yaşamak ve ayakta kalabilmek için çalışmak zorunda kalırken kapitalistlerin böyle bir zorunluluğu yoktur.
Organize edilen toplumsal emek sürecinin mübadelesi pazar piyasası aracılığıyla sistematize edilir. Toplumsal ilişkiler şeylerin mübadelesinde şekil alan meta ilişkileri şeklini alırken, insanlar arasında beliren ilişkilerde meta fiyatlarıyla tariflenen bir değer ilişkisi biçimine dönüşür. Oturtulan sistemin doğası gereği meta ilişkileri dünyasında mübadele sürecine giren şeylerin fiyatları üretici güçlerin kontrolü dışında bağımsız belirlenen değer yasası insan ilişkilerinin soyuttan somuta akışını belirler.
Bütün bunlara rağmen değer ilişkisini anlamamak ebetteki her kula nasip olmaz. Nasip olunan bu keşif’e biraz daha yakından bakalım:
‘Neden değer ölçülemez? Şundan ölçülemez: Savunmalarımda açmıştım, ana örneğini vermiştim. Ananın çektiği, harcadığı emek parayla ölçülemez. Ananın yaptığı gibi ücretsiz işçiliği ne-reye koyacağız? Çocuğu büyütmesi, ona bakması, ev içinde verdiği emek ölçülemez.’(12)
Bir kez sapla saman bir birine karıştırıldı mı sorunun özünü kavramadan uzaklaşılır. Bu satırları okuyan aklı başında bir insan bu şahsın hiçbir şeyden anlamadan boş konuştuğunu düşünür. Muhatabımız bu arkadaş ya okumadan gözü kapalı istediği gibi yorum çekiyor ya da okuyor ama okuduğunu kavramadan / kavrayamadan okuduğunu sanıyor bir daha okuyor. Neyin ne olduğunu bilmeyince sapla samanı birbirine karıştırıyor. Zira bunun başka türlü izahı yok.
Açalım o zaman kavrayamadığı anlayamadığı yerleri.
Önder / başkan hitaplı arkadaşımızın değer algısı, Marks’ın değer yasasının yanlışlığına ilişkin verdiği ‘‘Ana’’ örneğine gelelim. Ana olgusunu (üst satırlarda genişçe açtığım gibi) kapitalizmin olmazsa olmazı olan serbest rekabet piyasasında bir meta olmadığını pazarda mübadele yapamayacak kadar arz ve talep yasasına göre standartlarına girmediğini bilemeyecek, anlamayacak kadar ham cehalet örneği sergilenmesine şaşırmamak gerekir. O ısrarla dönüp dolaşıp ‘Ana’ örneğini vermeye devam etsin Kapitalist ekonomide bunun yeri olmadığını biliyorsa otursun Marks yerine Kapitalizme saldırsın.
Dönüp dolaşıp insanlık tarihine göndermeler yapan arkadaş türlerin kendi soyunun devamı için gerekli olan içgüdüsel analık kodlamasını da bilmiyor. Bir nevi doğanın evrimsel gelişiminden soyut olmayan bu kodlama olmasaydı türlere ilişkin her hangi bir şeyin esamesinden bu gün bahsedebilmek imkânsız olacaktı. Çünkü türlere bağlı olan, türlerin bir parçası olan insanlıkta olmayacaktı.
Türün evriminde vuku bulan tohum üretme kodu bitkilerde bile mevcuttur. O halde bitkinin tohum üretmesi bir emeği gerektirir.
Sorun 1492 yılını pas geçip 21.yy.da Amerika’yı yeniden keşfettiğini sanan Kürt hareketinin bu gizemli sunumuna göre bitkinin tohum için sarf ettiği emeğini nereye koyacağız?
Hayvanlar âleminde de bu böyledir. Memeli hayvanlar çocuğunu karnında besler doğurur emzirerek büyütür. Hayvanların ‘‘Ana’’ örneğini nereye koyacağız? Hayvanların eti kasap vitrin pazarın da mübadele görüp fiyatlandırılıp alıcı bulurken ‘‘Ana’’ lık emeği kendi kodu gereği değer kazanmıyor. Bu anlamıyla da Marks bunu bir yere koymuyor. Sanırım arkadaşımızın kavrayamadığı noktada tam da burası… Bunda Marks’ın suçu olmadığı gibi yanılgısı da söz konusu değil. Çünkü kapitalist değer yasasında bunun yeri yok. Kapitalist değer yasasında yeri olmayan bir olguyu entellektüel çalışmasına katması Marksın bilimsel titizliğinden uzaklaşmasıyla eş değer olacağını bilmem burada anlatmaya gerek var mı?
Adam Smith bu gelişmeyi “piyasanın görünmeyen eli” olarak değerlendirirken Marks ise bunu ‘değer yasası’ olarak tanımlar.
Bırakalım Marks’ın çözümlemelerini bir kenara, Adam Smith’in düşüncelerine bile hâkim değil bu arkadaşımız. Zira neyin ne olduğunu bilmiyor, biliyormuş bazlı içeriği boş şanssız laflar ediyor, hepsi bu. Marksist ekonomiye şeylere ait mübadele yasasını kafasına göre anlamsızlaştırarak komik sunularıyla eleştiri yapmaya kalkarken biz bunu sadece sıradanlığa varan ‘komiklik’ yaptığını söylemek bile istemiyoruz. Adını okuyucunun koymasını isteriz. Burada verili koşullarımız müsaade ettiği oranda çarpıcı bulduğumuz entelektüellikten uzak ipe sapa gelmez sunularını tabiiki ele alacağız.
Kitaplarında dönüp dolaşıp kendisine ‘önder ve başkan’ tanımı koyan bir ruh hali, kendisini önemli şeyler söyleyen bulunmaz bir deha sendromun içsel hali olan, alışık olduğumuz sıradan bir narsizmi yaşasa da biz buradan kendisine daha çok okumasını daha çok öğrenmesini, ikincisi her kula gerekli olan alçakgönüllülüğü öneririz. Söylemleri gibi emek verip yazdığı kitapları da oldukça yavan olduğunu bilmem belirtmeye gerek var mı?
DENİZ GEZMİŞ – MAHİR ÇAYAN
Kendince buluş ya da yeni bir şey sandığı, uçuk kaçık, uyduruk saçmalıklarıyla Marksizm’i çarpıtma peşindeler. Marksizm’e yetersiz seviyeleriyle marksist ekonomiyi burjuva ekonomisi olarak nitelendirip Marksist değerlere aleni bir şekilde küfür ederlerken, ihtiyaç duydukların da, kendilerini kimi zaman devrimci, kimi zamanda çok rahat sosyalist ilan edebilmektedirler. Zaman zaman yazdığı kitaplarını Mahir Çayan’a Deniz Gezmiş’e atfederken Mahir’in Marksist yapısını es geçerken Mahir’in Marksizm’e bağlılığını da teğet geçmektedir.
Marksizm’e saldıranların övgüsüne Mahir Çayan’ın ihtiyacının olmadığını bile bile Mahir Çayan’ı kendi pragmatist anlayışına göre çok rahat bir şekilde kullanabilmektedir. Pragmatizmin Asya tipi oryantalizmi bu olsa gerek. Zira biliyoruz ki insanlık tarihi böylesine nev-i şahsına münhasır bir pragmatist oportünizmi hiç görmedi, görmeyecekte.
Modern kapitalist üretim ilişkilerinde rekabetin ve eşitsizliğin varlığında ortaya çıkan her genişleme süreci şiddetli bir krize ve daralmaya gebe olduğunu Marx tarafından net olarak dile getirilmiştir. Bu kadar barizliğe rağmen iktisat teorisi her genişleme döneminde yeni bir umutla “krizsiz bir kapitalizm” söylemine sıkı sıkıya sarılmış olsalar da, savunucuları Marksizmin tarihsel yenilgisini ilan ederek unreal yapısını marksizmin nezdinde gizlemeye çalışmışlardır. İşin tuhaf tarafı dönüp dolaşıp marksist ekonomiye öykünmüşlerdir.
Mesela ünlü burjuva iktisatçısı Keynes, kapitalist ekonominin kendisi arz talep yasasının ihtiyacı biçiminde ortaya çıkardığı bütün problemlere rağmen eşit olmayan bir gelir dağılımının sermaye birikiminin de sermaye lehine nasıl eşitsiz geliştiğini övmek ve takdir etmekten kendini soyutlayamaz. Keynes “Savaştan yarım yüzyıl önce oluşan ve insanlığa büyük fayda sağlayan bu dev sermaye birikiminin refahın eşit bir şekilde dağıtıldığı bir toplumda ortaya çıkması mümkün değildir” diye yazar. (13)
Keynes her ne kadarda dev sermaye birikiminin (refahın) eşit bir şekilde dağıtılıp pay edildiği zaman krizin olmayacağını ileri sürse de arz talep yasasının işleyişinin buna imkân vermeyeceğini hep görmezden gelir. Marks’ın değer yasası üzerine kurulu sermayenin arz talep yasası, şeylerin üretiminde mübadele girme sancısını aynı şekilde üretime girme sürecinde kendi bünyesinde başladığını, sisteme entegre olduğunu bilmem anlatmaya gerek var mı?
Alıntının devamına dönelim:
‘Bookchin’de, Walerstein’de var, önemli noktalara değiniyorlar. İmparatorluk’un yazarları değer teorisini ele alıyorlar, değer ölçülemez diyorlar. Bazı sonuçlara ulaşıyorlar. Marks’ın değer teorisi yanlış.’ (14)
Marks’ın değer teorisinin üstünde inşa olan temel işleyişe yanlış dereken neden yanlış olduğunu bir türlü ortaya koyamazken yuvarlak laflarla ‘Ana’ içgüdü selliğiyle boş iddiasını beslemeye çalışıyor. Oysaki Analık özverisinin emeği Marks’ın değer yasasının içine girebilmesi için pazarda mübadeleye girmesi gerekirdi. Ananın sarf ettiği emeğin ürünü olan meta yani şeyler mübadele yasasına neden uymuyordu? Entelektüel bir beyin sanırım bunu ilk önce düşünmesi gerekirdi. Ama durum hiç de böyle olmuyor entelektüel düşün sektörü dumura uğruyor ve talihsiz boş söylemler bir birini kovalıyor.
‘Aslında Kapital’i de çok iyi inceleyemedim, ama son tahlilde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının birleşip pay alma savaşıdır.’(15)
İyiki Kapitali İncelememiş Kapitali incelemiş olsaydı Allah bilir kim incileri nasıl bir biri peşi sıra sıralayacaktı kim bilir? İnsanlık tarihi boyunca vuku bulan sınıf savaşını, zıtların mücadelesini çarpıtan bir nevi gerici söylem sendromu yaşandığı bir gerçek. Buna göre demokratik modernitesin de zıtların mücadelesi toprak sahibi olan toprak ağalarıyla mülksüz insanlar arasında hiç çelişki olmayacak. Öyle ya modernitesinin mantığı ‘son tahlilde işçi sınıfı ile burjuva sınıfının birleşip pay alma savaşı’ perşembenin gelişini çarşambadan belli olduğunu bilmem söylemeye ne gerek var?
‘Marks’ın sosyal bilime katkıları olmuş, ama muazzam da yetersizliği var, topluma anlamlı bir şey getirememiştir. Sonuçta değer teorisi ile işçi sınıfının ücreti artırıldı.’(16)
Bu kadar laftan sonra sanırım fazla söze sanırım hiç gerek yok ama muazzam yeterliliği, muazzam bir yetersizlik tarafından keşfedilirse muazzam yetersizlik muazzam yeterlilikle yer değiştirir. Eşyanın yabancılaşması ilk önce kendi tabiatından başlaması sanırım bizim tarafımızdan anlaşılır bir şey olsada, bunu anlayamayan muazzam yetersizlik, kendi yabancılaşmasını muazzam yeterliliğe bahane bularak gizleyecektir. Şeylerin var oluşunda saklı olan niceliğin evrimleşmesi muazzam bir yeterliğin olgunlaşmasından başka ne olabilir ki? Muazzam olgunlaşma şeylerin tedricen birikiminin en üst aşamasını bir niteliğe sıçramasını, bir alt üst oluşun devinimi kavrarız biz. Muazzam bir nitelikle muazzam olamayan bir niteliğin evrimci ve devrimci durumunu kavrarız biz. Marksist öğretinin bize öğrettiklerinin yanı sıra bir o kadarda değer teorisinin mukavviyesini muazzam yetersizliğe kavratmaması bizim için ebetteki enteresandır.
Ama sadece bu kadardır…
Son söz olarak elbette ki Kürt dostlarımızın var olma mücadelesine saygıyla bakarken hak ettikleri bir yaşam tarzına kavuşmalarını desteklememiz yanlarında olmamız bizim en doğal sosyalist duruşumuzdur.
‘‘…Ayrılıkçılığın panzehiri, özgürlük ve demokratik birlik seçeneğidir. Ayrı ulus olup olmama ve tek ulus sorunu da bilimsel olarak tartışmayla aşılabilecek bir sorundur. Kürtlerin ulus aşamasına gelip gelmediği, gelse bile bunun Türk ulusu için bir tehlike teşkil edeceği yine milliyetçi fanatizmin bir iddiasıdır.
Kürtleri zorla Türk saymanın Türk ulusunu güçlendirmeyeceği açıktır. Kaldı ki, Türkler sayıyla değil, gelişmiş bir ekonomi ve demokrasiyle daha çok güçlenirler.
Kürtlerin sosyolojik bir olgu olarak değerlendirilmesi Türk ulusunun daha çok yararınadır. Varlıklarını kabul etmiş bir Türk ulusu, Kürtlerde daha çok saygı ve birlik isteği doğurur; tersine inkâr edilme, dil yasağı ve eğitim hakkının esirgenmesi devamlı eziklik ve hor görülmeye yol açar.’’(17)
Kısaltarak yer verdiğimiz bu alıntımızdan anlaşılan tabiiki şu olmalı: Kürt dostlarımızın nasıl yaşamak, nasıl yönetmek, nasıl yönetilmek istediklerine saygı göstermek bizim (en başta gelen) temel görevlerimizden biri olmalıdır.
Marksizm’e ve Sosyalizme dair ideolojik saldırılarına sessiz kalamayacağımızı bu doğrultuda da Kürt sosyalist yoldaşlarımızın sessiz kalamamaları bizim en temel temennilerimizden biridir.
İnsanlığın kurtuluşunda kendi sınıf perspektifimizle sorunlara yaklaşacağımızı dost-düşman bunu herkes bilmelidir.
(6) Tabiiki yukarıda kaleme aldığım bu satırların yazıldığı süreçten bu yana köprünün altından çok sular aktı. Sosyalist öğretilerden vaz geçilip yeni Amerika dediğimiz pragmatizmi keşfettiler yani ayrı bir devlet kurmadan vaz geçip yeni burjuvazileriyle birlikte ‘Demokratik-Konfederalizm’ gibi bir düşünceye evrimleştiler.
Akıllı delinin birisi ortalığı karambole getirmek için kuyuya bir taş atıyor, bir tarafta aptallar, bir tarafta Kılıçdaroğlu…
Aptallar da, Kılıçdaroğlu ’nun darbecilerle birlikte olmadığını ispatlamaya çalışırken, Kılıçdaroğlu ‘da darbecilerle ilişkisinin olamayacağını canhıraş anlatmaya çalışıyor.
Ne ala memleket!
Darbe girişiminin perde arkasında kendileri olunca ve kamuoyunda çatlak sesler çıkmaya başlayınca suçluluk sendromunun etkisiyle saldırganlığa mehilli olmaları çok normal.
Buna hasmını suçlayarak, saldırı yaparak, olayı bir şekilde kapatmak / dikkat dağıtmak denir. Diğer bir adıyla bir çeşit stratejidir.
Kılıçdaroğlu ’na müstahak.
Nedenine gelince; kendi özel korkularından / çekincelerinden dolayı inşa edilmeye çalışılan darbe binasının temel taşlarını yerli yerine koyamamasından dır. Bugün darbecilerle işbirliği suçlanması bundandır.
Oysaki koştura koştura milli mutabakat yapmaya Yenikapı ruhuna giderken böyle bir sorun yoktu.
Kurguladıkları tezgâha Kılıçdaroğlu ’da katıldı diye sevinçleri oldukça yerindeydi.
15 Temmuz darbe girişimini Erdoğan + MİT ve Özel Harp Dairesi hırsızlığını ortaya çıkaran bu yüzden kendisine hasım ilan ettiği Fetöcü çapulcuların tasviyesi konusunda işbirliği yapılan 15 Temmuz darbe tiyatrosu sonrası bir plan dahilinde hayata geçirilen tezgah ile başkanlık sistemini referandumla ‘başkanlığı pürüzsüz’ (dört dörtlük) bir şekilde, çıkartabilmenin güzel bir tezgâhı idi bu darbe tiyatrosu.
Bakanlar kurulunda toplantıları dinlemeye takılıp tapelere yansıdı gibi: ‘Suriye’den Türkiye ye iki füze attırıp Türkiye’yi savaşa sokarım’ meselesini konuşan insanların vicdanı darbe girişimiyle birebir örtüşmektedir. Aleni gerçekliği okumak istemeyenin vicdanından da iyi niyetinden de şüphe duyarım.
Kafa kafaya verip bu darbeyi birlikte örgütlediklerini sağır sultan bile duyarken, Kılıçdaroğlu’nun darbenin birebir figüranlarını direkt olarak adlarını telaffuz edememesinin rasyonel anlamı: ‘perşembenin gelişi çarşambadan belli olduğunu’ daha önceki yazımda değinmiştim.
Kılıçdaroğlu’nun korkusal pısırıklığı boşuna.
Korkuda insani bir kavramdır korkularından dolayı köşene çekilirsen empati yapabilirim.
O halde madem politika içindesin korkusuzca politikanı yapmalısın.
Köşene çekilmiyorsan, meydanlardaysan, hala pısırıklığa ne gerek var ki?
Sen kalk darbe ile ilgili elimde özel dosya var de ve gerçeği bu halka açıklama, bu konuda bir şeyler bildiğini ima et ama sus, sonra da hiçbir şey olmayacağını bekle.
Su uyur ama eli darbe kanına bulaşmışlar asla uyumaz ve uyuyamaz, uyumayacaktır da.
Elinde özel dosya varsa açıklamalısın, teşhir etmelisin, kimden neyi saklıyorsun ki?
Eh! Müsaade ette karşı taraf darbecilerle seni ilişkilendirerek seni yıpratmaya kalsın.
Nitekim de imalı iddialarını boşa çıkarmak için, tek merkezden düğmeye basılmış gibi koro halinde suçlamaya kalktılar.
Sen dua ette darbeci olarak tutuklanmadın bu daha senin iyi günlerin.
Darbe girişimini kendilerinin yaptırdığını bilmesine rağmen olurda karambolden götürürler ne olur ne olmaz korkusuyla Ilgaz Tüneline saklanan bile seni suçlamaya kalkarsa anlayabilirsen anla şimdi darbe girişiminin paradigmasını.
Aptallar ülkesi güzel ülkem Türkiye’m, adam kalkıyor ‘kandırıldık’diye itirafnamede bulunuyor, aptal siyasetçilerle birlikte yandaşlaşmış yargı her şeyi seyrediyor. Çünkü onların görevleri artık seyretmekle yetinmekten başka bir şey değildir…
Siyasetçi dediğin yeri göğü inletir ama nerede? İtirafname sahibi hepsini hizaya sokmuş durumda. Meclis kürsüsünde sadece tiyatro yapıyorlar, salla bir nutuk, al dolgun maaşını…
Kandırılmak akli melikesinin olmadığını tanımlar, akli melikesi olmayanın da bu ülkeyi yönetmeye yasalar nezdinde ehliyet sahibi değildir.
Adam sahte diplomayla (sahtecilik yaparak) Cumhurbaşkanı olmuş, Cumhurbaşkanlığı bile yasal değil, gelin görünki hiç birinden çıt çıkmıyor. Hele hele Sayın Kılıçdaroğlu dut yemiş bülbül gibi hiç sesi çıkmıyor adeta bu konuyu görmemezlikten geliyor, yok sayıyor.
Niye?
Ne güzel kumpas kurulmuş bir kürsüde tiyatro yapmak varken, dolgun dolgun maaşları almak varken, neden bozulsun ki bu haramilerin düzeni? Bütün mesele bu mu Sayın Kılıçdaroğlu?
Ölümden öteye köy yok Sayın Kılıçdaroğlu!
Bu ülkede yaşıyorsan eğer gün gelir işkence görebilirsin, saldırıya uğrayabilirsin, vatandaşlığını kaybedebilirsin, hatta o çok sevdiğin vatanından bile ayrı kalabilirsin.
Bu ülkede yaşıyorsan eğer insanın başına çok şey gelebilir Sayın Kılıçdaroğlu korkma.
O halde size kısa bir örnek vereyim Sayın Kılıçdaroğlu: 12 Eylülde gördüğüm ağır işkenceler sakatlanmama neden olduğu için (zorlu geçen) bir on yılın sonunda infazsız bir şekilde cezamı bitirip tahliye oldum.
Neden infazsız cezanı bitirdin diye bir soru akla takılmaması için kısaca değineyim. Metris cezaevinde 12 Eylül faşizminin insanlık dışı işkencelerine tabiiki dur demek için, açlık grevlerine katıldığım ve insanlık onurumu koruduğum için, infazlarımın keyfi olarak yakıldığını söylemeyi istemezdim mecbur kaldım geçerken buna değinmeye.
Askerliğini yapmamış her mahkum gibi beni de askerlik şubesi ne götürdüler.
Askerlik şubesi beni Ankara Gülhane Askeri Hastanesine sevk etti. (Bilirkişi raporlarım ve tomografi filmlerimden oluşan bir dizi belgeler incelendikten sonra) Benden beklenen rüşveti ödemediğim için hakkım olan çürük raporu bana tabiiki verilmedi.
Kendi imkanlarımla ameliyat olmam için tam bir yıllık izin verdiler.
Tedavim için Almanya’ya geldim.
Almanya’da yapılan tetkikler sonucu ameliyat sonrası doğabilecek riziko söz konusu gündeme gelince tedavimin süresi uzadı.
Ha bu arada ne mi oldu?
Türkiye Cumhuriyeti uyanıklık yaparak gıyabımda beni, benden habersizce (tebligatsız bir şekilde) vatandaşlıktan atmış olduğunu bir yıl sonra öğrenmiş oldum.
Devlet ciddiyetinde mutlaka tebligat yapılır ama demek ki ”bu ciddiyet” dönemin vesayetçi koşullarında devlet olma ciddiyeti ”herkese ömür” olduğunu yaşayanlardan biriyim.
Hele hele ortada kendi doktorları ve (Gülhane Askeri Hastanesine ) ait kendi bilirkişi raporları söz konusu iken, ortada bir de kendi imkanlarımla tedavi olmam için bana verdikleri bir yıllık izin söz konusu iken, Türkiye Cumhuriyetinin bu tavrı hiç bir koşulda ahlaki değildir.
Oysa bana tedavim olmam için kendileri izin vermişti.
Doğumla bana miras olan vatandaşlığım, vatan hainliği yapmadığım sürece vatandaşlıktan çıkarmaya kimsenin haddi değildir.
Ama gelin görünki o dönemin bakanlar kurulu (hangi taraftan rüzgar esti bilinmez ama esen o rüzgara göre) vesayetçi kafa yapılarının bir gereği olarak beni vatandaşlıktan attı.
Şu trajik komikliğe bakın ki şimdilerde önüne gelen Suriyelileri vatandaş alıyorlar.
O halde sen hangi hakla beni vatandaşlıktan atıyorsun?
Türkiye’yi uluslararası adalet divanına vermek gerekiyor ama yüreğim el vermiyor.
Bu ülke de her şey olur Sayın Kılıçdaroğlu… Hatta diplomasının olmadığını çok iyi bilmene rağmen ağını bir türlü açıp iki laf edemediğin diploma konusunda gerçeği haykıramadığın şu korkaklığın yok mu? İşte bu korkaklığın ile ilintilidir bu rejimin değişmesi…
Deyim yerindeyse bu ülkede bizzat senin bu tavırlarınla başlayan olumsuzluk zinciri o kadar potansiyel olarak ortada iken ben vatandaşlıktan atılmışım senin tabiiki umurunda olmadığı gibi, diplomasız cahil birinin cumhurbaşkanı olması, hatta rejimi bile değiştirmiş olması tabiiki bunlarda umurunda olmayacaktır.
Demem o ki Sayın Kılıçdaroğlu, her şeyin bir bedeli var, siyasetinde bir bedeli olması çok normal. Bu bedel korkakların işi değildir bilirsin, korkma yürekli ol, arkası çorap söküğü gibi gelir.
Ölümden öteye köy yok sayın Kılıçdaroğlu, insan yaşamında bir kere ölür.
Efendim Adil Öksüze kim GPS cihazı ithal ettiyse sorumlusu odur diyor… Şifahen bazı konularda bir şey bildiğini ima ediyor.
Bir şeyler bilebilir bu çok normal zira ‘görünen köy kılavuz istemez!’ özdeyişi gibi her şey ayan beyan ortada iken, iş bunun adını doğru koymaktan geçiyor.
Adını net olarak koyma işi gündeme gelince dilinin altına yerleştirdiğin baklaya sığınmak bunu siyasete dönüştürme çabası bire bir Oportünizm kendisidir.
Kılıçdaroğlu dilinin altındaki baklayı eveleyip geveleyip durmasın bu darbenin baş sorumluları falan falan kişidir diyerek net konuşmalıdır.
Korkmak insani bir durumdur korkularını empati yapabilirim, korkan adam susar, bu hem susmuyor baklasına sığınarak hemde net konuşmuyor.
Dilinin altına yerleştirdiği baklasının müsade ettiği kadar madde madde sıralıyor:
” 1- Meclis’te kurulan komisyonunun darbenin ana boyutunu ortaya çıkarması iktidar tarafından engellendi. Darbenin kilit bürokratları Meclis’e gelmedi. Bu bizi kuşkulandırdı.
2- FETÖ’yle ilgili ana iddianameyi hazırlayan savcı görevden alındı.
3- Ana çatı iddianamesine dair önemli kuşkular var. İddianamede bazı bölümler arasında kopukluklar var. Nokta nokta gidiyor, sonra üst akıl diye bir bölüm başlıyor. Bu, darbe girişimini kapatma çabası olduğu kuşkusunu ortaya çıkardı.
4- 6 Haziran tarihli FETÖ terör örgütüyle ilgili iddianame var. Orada FETÖ’nün darbe yapacağı söyleniyor. Darbe yapacak güce eriştiğine dikkat çekiliyor. Peki, bu biline biline darbe niye önlenemedi?’’
Bu darbeyi örgütleyen şu kişiler diye adını koymadan çekiniyor.
Grekoromen güreşçileri gibi arkaya dolanıp beş puan almayı yeğliyor.
Darbe girişimini MİT müsteşarı Hakan Fidan ile Tayyip Erdoğan’ın referanduma giden başkanlık sultasını başarıya dönüştürmenin stratejisi olduğunu daha önce yazmıştım.
Başkanlık sistemi sürecinin bir ameliyatı olduğunu, darbe girişiminin sorumlusu (bu ikilinin örgütlediğini açık açık söyleyemiyorsa) politika yapıyorum diye efelenip konuşmasın.
Adil Öksüz neden bırakıldı diyor!
Öllüğün körü için bırakıldı Kılıçdaroğlu.
Adam zaten MİT Ajanıydı Hakan Fidan ile Erdoğan’ın sana neden bırakıldığını mı anlatacaklarını sanıyorsun?
Sen koştura koştura ‘Yeni Kapı Ruhuna’git…
Darbe mi? Tatbikat mı? Muamması sürerken, Kılıçdaroğlu gibi korkuları olup darbe tezgahının sorumlularının adını bir türlü koyamayanlar için ben bu adreste TIKLAYINyazmıştım.
Ama sen her zamanki gibi okumadın, dehşet dengiz yüksek bilgilerine dayanarak darbecileri lanetlemek için ‘Yeni Kapı Ruhunu’ yaşatmaya gittin.
Aslında asal (gerçek) darbecileri desteklemek için işbirliğine gittin.
Pabucumun kaşarlanmış bütün kül yutmazları sanki CHP’nin içinde…
CHP’nin içinden hiç mi kültürlü birisi yok? CHP salakların bileşkesinden oluştuğunu ben sanmıyorum. Birisi bu ”baklacıya” çevresinde ne olup bittiğini bilebilmesi için takip etmesi gerektiğini bu yüzden okuma alışkanlığı edinmesi gerektiğini anlatsın.
Ağzında baklayı eveleyip geveleyip duruyor, bir türlü diyemiyor darbenin asıl katilleri Tayyip Erdoğan ve Hakan Fidan Ve Hulisi Akar olduğunu bir türlü dillendiremiyor.
Dilinin altında bakla ile siyaset yaptığını sanan adam;
İnsan haklarının olmadığı bir ülke de yarasa veya (hayvan) hakkı olur mu?
Normalde olması gereken bu ama bizim standartlarımıza göre lüks kaçar. Neden lüks kaçtığını 'falana (…) anlatır gibi' derken isimini vermeyeceğim. Yani isim verip işin kolayına kaçmayacağım.
Zikretmek istediğim o isim, bugün siyaset sahnemize damgasını vuran bir siyasinin oğlu olduğu için ismini burada kullanmayacağım.
Konuyu daha fazla dağıtmadan konumuzun rasyonel özüne geçelim.
Elbette burada yarasa her ne kadarda konumuzun kahramanı olsada yarasanın nezdinde insanların haricinde caddelerimizde karşılaştığımız sahipsiz köpeklere varana kadar bütün hayvanların canlıların hakkını konuşmak gerekir.
İlginç bir ülkeyiz vesselam, yetiştirilme tarzımızdan tutunda aldığımız eğitime varana kadar birçok konuda cahil cesaretiyle donanımlı bulunmaz birer Hint kumaşıyız. Hatta ipini koparanın profesör dekan olduğu, inşaat işçilerimiz üniversite mezunlarıyla dolu olduğu alınan eğitimin edinilen kariyerlerin ayağa düştüğü bir ülkedeyiz.
Neden yarasa?
İlerleyen satırlarımda yarasa konusuna elbette kaynak sunacağım.
Şimdilik yarasadan nereye vardık diyebilecek kadar muammalar ülkesi olunca bir dokunanın bin ah işitebileceği malzemesi bol bir ülkeyiz demekle yetineceğim.
Hayvanlara kötü muamele yapılan hayvan haklarının sıfır olduğu bir ülkede yarasanın nezdinde hayvan haklarını konuşmak isterdim ki aklıma muamma olmuş cehalet kokan cahil insanları düşününce karanlık bir kör kuyuya taş atmak gibi bir şey olduğunu düşünmeye başladım.
Egemen erkek düzeni gereği erkeklerin durumunu bir kalem geçiyorum.
Düzen içinde ipleri ele geçiren erkek daha sonra değerlendirme konusu olduğu için önceliği kadınların toplum içindeki sosyolojik konumunu önemsiyorum.
Bana göre her şeyin başı kadınların olmazsa olmaz eğitiminden geçiyor olmasıdır.
Gelecekte sağlıklı, bilinçli, entellektüel nesiller yetiştirmek isteniyorsa, parmakla gösterilecek örnek bir ülke, örnek bir toplum isteniyorsa, her şeyi radikal bir şekilde değiştirecek olan (sihirli çubuğun kendisi) kadının egitiminden soyut değildir.
Bir ülkenin kadınlarının bilinç donanımı, kültürel yapısı üst seviyede olursa bütün bu olumsuz sorunların üstesinden gelebilmenin ön koşulu olan sarsılmaz temelleri atılmış olur. Unutulmasın ki binalar yer çekimi kanuna göre temel üstünde yükselir, yükselen binayı sırtında temeller taşır. Sağlam zemin üzerine atılan temel binanın ağırlığını kendi son kullanma tarihine kadar ayakta tutar. Sosyolojik açıdan toplumların gelişmişlik derecesi sağlam zemine atılan temel örneğinde olduğu gibi annenin konumu eğitimli olup olmasıyla ilgili olduğunu altını çizmek gerekiyor.
Yarasadan hayvan haklarından insan haklarına varana kadar her şey cehaletimizle ilgilidir.
Buradan kariyer sahibi olmuş profesörlerden tutunda, üniversite mezunlarına, öğretim üyelerine aklınıza gelen bilumum toplumsal Concession’nu oluşturan uzlaşım çimentomuza varana kadar kendini kültürel doygunlukta gören nev-i şahsına münhasırlarımıza varana kadar herkese aslında sözüm.
Gelelim yarasadan yola çıkarak can alıcı konumuz olan kadına.
Toplumsal zurnanın zırt dediği delikte sanırım tamda burası.
Bütün sorun bu toplumda kadın eğitiminin olmazsa olmazı kadar bir yangıyı önümüze koyduğudur.
Bana göre kadınlar eğitilmeden anlatmak istediğim bütün sorunların çözümü hemen hemen imkânsızdır.
Daha ileri gidip yüksek müsaadelerinizle tarihsel olacak belki ama bu cümleyi sarf etmek zorundayım. Kadınlar cahil kaldığı sürece toplumun tümünün cahil kalması kaçınılmazdır. Bu aforizmamın altına gönül rahatlığımla imzamı atarım zira bunu ben söylüyorum bu sav bana ait.
Şunu unutmayınız ki bu konu yüzlerce sayfaya sığacak kadar bana göre bir kitabın asli konusudur. Burada kısacık makalemizle kitap yazmak değil amacımız sadece veri koşullarda gerçekliğin bir çeşit anekdotunu yapabilmektir.
Gelelim konumuza: bir an eğitimsiz cahil bir kadının anne olduğunu düşünelim. Çocuğu anne doğurduğu gibi, çocuğu eğitip hayata hazırlayan yine annenin kendisidir. Toplumun kültürel dengesinin değişimini istiyorsanız, önce kadının kültürlü olmasını istemeniz gerekecektir. Kültürlü bir kadın doğurduğu çocuğu kültürel zenginliğe boğacağını düşünebilirseniz gelecek için nasıl kaygılandığınızı ben şimdiden görür gibiyim.
Kültürel zenginlikle yoğrulmuş yetişen toplumun bu yeni bireyleri altın nesil diyebileceğimiz devasa bir zenginliğin donanımıyla bütünleşecektir.
Bu gün en büyük sıkıntısını yaşadığımız okumuş ama cahil profesörlerin piyasada sebil gibi fazla olması, üniversite mezunlarının hiçbir kıymet-i harbiyesinin olmaması (*) bir vasıfsız işçi gibi inşaatlarda, temizlik şirketlerinde çalışıyor olması, yarasanın nezdinde bütün hayvanlardan tutunda, insan haklarının olmadığı bir ülkede nefes alıyor olmamız cehalet kokan bir toplumu bize layık görenlerin sömürüde kar marjını düşünmenizi istiyorum.
Sevgili okurlarım, cehaletin savunucuları elbette kadının eğitilmesini istemeyeceklerdir çünkü kadın kültürel olarak kendini geliştirirse yetiştirdiği çocuklar cehaletten beslenmeyecektir. Cehaletin atar damarı olan bataklık kadının cehaletidir. Unutulmasın ki cehaletin sivrisinekleri taşıdıkları cehalet sıtmasını bir topluma aşılayabilmesi kadının eğitimsizliği üzerine inşa olmuştur.
Gelim şimdi İsveç’in yarasaları'na: ''İsveç Türlerin Korunma Yasası’nın çok sıkı olduğunu belirten Rune Gerell bu durumda Halmstad Belediyesi’nin söz konusu yapıyı yıkabilmesi içim Kent İdare Kurulu’ndan özel muafiyet izni alması gerektiğini söyledi.
İsveç Doğa Koruma Yasaları’na göre şimdiye kadar İsveç’te tespit edilen 19 yarasa türü 1986 yılından bu yana koruma altında bulunuyor.'' (**)
Herhalde çarpıcı bu çevre bilinci, insan hakları ve hayvan hakları çarpıcı kültürel gelişmişlik kadının yetiştirdiği erkek ve kadınların daha bilinçli nesillerden geçtiğini göreceğimizi biliyorum.
Eğer bunun böyle olduğunu düşünemeyecek kadar cehaletle yoğrulmuşsanız siz düşünmenizde olur deyip sizin yerinize ben düşünmeye devam edeceğimi söylemeden geçmeyeceğim.
Atatürk devrimi Cumhuriyet kadını modernleştirmeye çalıştırmıştır daha kıta Avrupa'sında bu yokken Atatürk Cumhuriyetle seçme seçilme hakkını kadına bahşetmiştir. Cehaletin temsilcisi medreseler ise kadının eğitim almasına ayak direterek kadının eve hapsedilmesini, cahil kalmasını çocuk doğuran cahilliğiyle cahil çocuklar yetiştiren Osmanlı kokuşmuşluğu olan din eksenli sömürü düzenin oluşmasını istemişlerdir.
Bu gün bu anayasa referandumuyla toplumun içinde yer alan cüzi miktarda gelişmiş olan kadının verebildiği kadarıyla eğitim seviyesini bile çok gören gericiliğin Osmanlı kokuşmuşluğundan sömürü kar payı elde edecek hacı hoca gericiliği geçmişe özlem duymasının bir nedenide budur.
Günümüzde yaşanan bu gerçeklik hiç yok olmayan sinsice kendisini besleyen Cumhuriyet düşmanlarıyla Cumhuriyetin yok edilme Arap kültürünün gericiliğinde insanların geleceğini zapt-ı rapt altına almak isteyenlerin gerçekliğimizle karşı karşıyayız.
Evet, insan haklarının olmadığı yerde yarasa hakkı olur mu?, sorusuyla bitirmek istiyorum bu kısa anekdotu mu.
Bu yazımı AKP’nin Hollanda çıkarmasını (referandum oyu uğruna) kurgulayıp ajanslara düştüğü saatlerde kaleme almış olsamda bir türlü yayınlamaya fırsatım olmadı. Karşılıklı atışmaların tansiyonun düştüğü azda olsa durulduğu bu günlerde seçmenleri tarafından kurgunun çakılmaması uğruna zaman zaman sataşmalar sürüyor. O gün kaleme aldığım yazıma şöyle başlamışım.
—–^^^——
‘‘Eyyy” leşen bir Tayyip Erdoğan ülkesi, Cumhuriyet tarihimizin diplomaside dilinde belkide en orijinalidir.
‘Eyyy Amerika!’,
‘Eyyy Almanya!’ lara alışmıştık ki şimdi de buna ‘Eyyy Hollanda!’ ekleniverdi.
‘Eyyy Hollanda!’ Komik bir hitap tarzı ‘Eyyy’ ile başlan Tayipçe Kasımpaşa Jargonu cümlesi…
Sanırsam uluslararası diplomasiyi Kasımpaşa varoşu sanıyor.
Siyasetçilik tarihinde ‘Eyyyleyen’, ‘Eyleşen’ göndermeleri, içeriğine alan cümle mimarlığının temelleri Kasımpaşa varoş kültüründen soyutlamaya kalkmak gerçekliğin rasyonel özelliğini ıskalamaktan başka bir şey olamaz.
Özgün içeriğin nesnel yapısı malumumuz olan jargondan soyut olmasa da klasik bir Tayyip Erdoğan ‘yemi’ olduğunu sağır sultan duymuş bilmiş vaziyette.
Yutmamalıydınız ama yuttunuz, ‘Eyy Hollanda!’
Şimdi iyimi oldu?
Elbette bunu yaşayıp göreceğiz.
Bu yemi önce Avusturya’ya attı Avusturya geçiştirdi, sonra Almanya’ya attı, atılan yemi Almanya’da pek kale almadı pabuç pahalıya patlayacağı için Tayyip Erdoğan Almanya’nın üstünde durmadı.
Almanya üzerinden ülkenize gönderilen provokasyonun mimari olan aile bakanı nezdinde maalesef bu yemi yuttunuz.
Bu sürtüşmeyi Tayyip Erdoğan ülke içindeki ezici bir çoğunlukla gelişen hayır oylarını, evet oylarına dönüştürmek için ekstra çıkardığı herkesçe bilinmektedir.
Hollanda ile karşılıklı sert açıklamalar durulduğu şu günlerde, Tayyip Erdoğan bu kez yeniden Almanya’ya yöneldi.
Almanya’nın da yine aynı Hollanda gibi ne Naziliği kaldı nede faşistliği.
Kokuşmuş siyasetini bilen herkes şunda hem fikir; mağdur edebiyatı yaratacağını, mağduriyet taktiğiyle oy toplayacağını çok iyi bildiği için, yurt içinde özellikle muhatapları bu tezgâha gelmemek için çok dikkat ediyordu.
Ama siz bunun farkına varamadığınız için Nazi suçlamasına çok sert tepki gösterdiniz ve başladı arkasından mağduriyet edebiyatı!
Bu konuya ilişkin New York Times International ‘da bir yazı yayımlandı yazının başlığı “Mr. Erdoğan’ın ikiyüzlülüğü.” (*)
Kısa bir yazı söyledikleri ise oldukça çarpıcı.
‘Erdoğan kendi ülkesinde ağzını açıp konuşacak adam bırakmıyor; gazetecileri, yazarları, aydınları ve siyaset adamlarını hapishanelere dolduruyor, ayrıca referandumda “hayır” propagandasını şiddetli bir şekilde önlüyor ve bastırıyor; sonra kendi yapacağı propagandaya izin vermeyenlerin “Nazi” olduğunu söylüyor.’
Gazeteciler, yazarlar, akademisyenlerin yanı sıra on binlerce kişinin hapishaneye tıkıldığı, 150’den fazla medya şirketinin kapatıldığı rekor ülke konumundadır.
Avrupalılar için Tayyip Erdoğan’ın bu açıklamaları korkunç bir şaka gibi. Erdoğan’ın hükümeti kimseye insan hakları ve demokrasi dersi verecek konumda değil.
Ülkede çoğu uyduruk kanıtlarla olmak üzere aralarında yargıçlar, savcılar, Kürt siyasetçiler ve 100’den fazla gazetecinin de bulunduğu 40 binden fazla kişi hapsedildi.
“Kısa süre önce yayınlanan bir BM raporu ülkenin güneydoğusundaki Kürt bölgesindeki ayrılıkçı militanlara karşı yürütülen taarruzda Türk güvenlik güçlerini işkence, yargısız infaz ve orantısız güç kullanmakla’’ suçlandı.
OTOKRASİNİN KULLANMA KILAVUZU YENİ ANAYASA
Erdoğan’ın Türkiye’sinde artık protesto gösterileri şiddetle bastırılmıyor, çünkü muhalifler eylem yapmaktan korkar hale gelmiş durumdadır. Daha önce yaşanan protesto mitinglerinde bombalarla toplu katliamlara kurban giderek hayatını kaybeden onlarca insan söz konusudur.
Hukukun üstünlüğü ‘Erdoğan’ın çıkarlarının üstünlüğüne tabidir’ ilkesi kurumlaştırılmış durumdadır.
En basit demokratik hak arayışlarında despotik bir şekilde bastırmak, hak arayışında bulunanlara kötü muamele ve işkence yapılması olağan ve sıradanlaşmış konumdadır.
Bu denli despotik davranışı yeterli görmeyen Erdoğan daha çok faşizm yetkisini elinde bulundurmak için, faşizmin krallığı diye tanımlayabileceğimiz başkanlık sistemi uygulaması için referandumda evet oyu çıkmasını istiyor. Hayırcıları terörist suçlamasıyla ne yapmak istediğini şimdiden belirlemiş oldu. Amacına hizmet eden her türlü propagandayı ahlaki açıdan mubah gören ağızları açık bırakırcasına ikiyüzlü bir yol izlemede kendilerinde bir sakınca görmemektedirler.
15 yıllık iktidarlarında hırsızlıkları tapelere yansımış durumdadır, iktidarı süresince elde etmiş olduğu Erdoğan’ın sermayesi, dünyanın sayılı zenginlerini dahi dudağını uçuklatacak şeklindedir.
Günümüz Türkiye’sinde özgürlükler Erdoğan’ın bir çift dudağından çıkacak sözcüklerle tartılırken Nazizm konusunda yavuz hırsız ev sahibini bastırırmış misali gibi Erdoğan gerçekleri ters yüz ederek kendi ekolünde yine ikiyüzlü bir ‘tarih’ (!) yazıyor.
İkiyüzlü bir ‘tarih’ (!) yazılımında ülkenin ekonomik gelişiminin aleyhine pragmatik politikaları uygulamada asla çekinmeyen Erdoğan, kendi egosundan kaynaklanan kişisel çıkarlarını ülkenin çıkarlarından üstün tutmaktadır. Buna en çarpıcı örnek Hollanda ile yaşanan krizin kendisidir.
Söylediklerimizin doğruluğu bu tabloda görülüyor. Hollanda’nın ülkemize ekonomik getirisi ne yazık ki birinci sıradadır.
Kendi çıkarına uygun kendi geleceğini ülkenin çıkarına peşkeş çeken, kendini ağırlatmak için kendine saray yaptıran bir megalomanın Türkiye’nin başına musallat olan bir çeşit püsküllü bela şeklindedir. Halkın dini duygularını istismar eden egosu için dini kullanan tehlikeli bir kişiliktir Erdoğan.
Gerçeğin bire bir kendisi olan tahlilimizden palyaço komikliğinden tirajı komikliğe dönüşen siyaset arenasına yeniden dönecek olursak; Türkiye Hollanda’ya yaptırım uyguluyor, Hollanda başbakanı ise ‘Türkiye’nin yaptırımları hiçte kötü değil’ şeklinde dalga geçiyor.
Gerçekliğin kendisi olan ekonomik bağımlılığın realitesi yukarıdaki tablo dan soyut olmayınca komik davranışlarıyla haliyle dalga geçilmesi kaçınılmaz olur.
Türkiye’yi önce hurma cumhuriyetine çeviren referandumdan sonra hurma despotizmine dönüştürerek geçiş yapan talihsiz yapı taşları adım adım gericilikle örgütleniyor. Camiler Cumhuriyet düşmanlarının faaliyet gösterdiği hücre evleri gibi çalışıyor. Bütün gericilik Tayyip Erdoğan desteğiyle Cumhuriyetin cenaze törenine hazırlanıyor.
Siyasal İslamcılığın diğer bir ikiyüzlülüğü de darbe girişimidir.
Daha önce yazmıştım başkanlık sistemi ve evet oyları için darbe girişimi kontrgerilla örgütlenmesidir. Bu senaryo MIT ile birlikte örgütlenmiştir.
Gelişmelerin tümü Cumhuriyet rejiminin kılınması gereken cenaze namazı konusunda örgütlenen stratejini bir nevi taktiktiğinden başka bir şey değildir.
BU BİR İKİYÜZLÜLÜKTÜR
25.Ocak.2008 yılında bizzat Erdoğan tarafından imzalanmış olan çıkarmış oldukları yasaya göre Avrupa ülkelerinin AKP’li bakanlara referanduma yönelik propagandaya izin vermemesi, Almanya ve Hollanda’yla ortaya çıkan krize yönelik tartışma sürerken, yurt dışında seçim propagandası yapılamayacağına dair düzenlemeyi AKP yasalaştırmıştı. Bu konuda TBMM’ye sunulan yasa tasarısının altında da bizzat dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın imzası bulunuyor.
‘Yasak’ kararını AKP’liler almıştı… İşte Recep Tayyip Erdoğan’ın 2008 yılında attığı imza (**)
Hollanda’nın yapması gereken bir şey varsa oda uluslararası adalet divanına baş vurup ucuz cengâverlikle provokasyon yapmak isteyen Erdoğan’ın acilen yargılanmasını istemek en uygun olanıdır. Bizzat kendisi tarafından imzaladığı yasalarına rağmen Hollanda’yı ve diğer Avrupa ülkelerini tahrik eden bir ruh halinin hoş görülüp geçiştirilip geçiştirilmemesi merak konusudur. Kaldı ki, kendi kişisel çıkarlarının başarı kazanması yolunda politika yaptığını sanan Erdoğan bindiği dalı kestiğini görmesine karşın ülkenin çıkarlarından daha çok kendi çıkarlarını düşündüğü bir gerçeklikle yüz yüzeyiz.
Erdoğan’ın kişisel çıkarları uğruna Avrupa Birliği ile ilişkileri koparsa ne olur?
Türkiye’nin en büyük ticari partneri 28 ülkeli Avrupa Birliği (AB) ile ipler geriliyor. Hollanda ve Almanya ile yaşanan siyasi kriz zaten uzun süredir kötü olan Türkiye AB ilişkilerini tamamen rafa kaldırabilir.
28 ülkeli AB ekonomisi Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı. Uzmanlar, Türkiye’nin ekonomik, sosyal, siyasi gelişimi ve geleceğinin AB sürecine bağlı olduğu görüşünde.
AB ile ilişkilerin tamamen durması Türkiye’nin ekonomisinin de iflası anlamına geliyor. Büyüme düşecek, yatırımlar azalacak, turist gelmeyecek, işsizlik artacak. Yine AB-Türkiye ilişkilerindeki durma, Türkiye’nin dış borç yükünü daha da artıracak. AB’nin Türkiye ekonomisi için ne kadar önemli olduğuna bakmakta fayda var.
İhracatın yarısı (***)
1 Türkiye ihracatının yüzde 47’sini ithalatının yüzde 40’ını bu ülkelerden yapıyor. Türkiye’ye gelen yabancı ziyaretçilerin yarısı yine bu ülkelerden geliyor. Türkiye ve AB arasında büyük bir ivme kazanan ticaret hacmi 2016’da 146 milyar dolar olmuştu.
2 Türkiye AB’nin toplam ihracatından aldığı yüzde 4.4 pay ile 5. sırada bulunuyor. AB, 2016’da 68 milyar dolar ile Türkiye’nin ihracatında en üst sırada yer alıyor. Yine Türkiye’ye gelen doğrudan yatırımların yüzde 80’e yakını AB ülkelerinden geliyor.
Ana yatırımcı Avrupa
3 Türkiye AB’nin toplam ithalatında ise yüzde 3.9’luk payla ihracat gibi 5. sırada geliyor ki burada AB ülkelerinin kendi aralarında yaptığı ticaret hariç tutuluyor. Ayrıca AB Türkiye’nin ihracatında olduğu gibi ithalatında da ilk sırada yer alıyor. 2016 rakamlarına göre; Türkiye 198 milyar dolarlık toplam mal ithalatının 77.6 milyar dolarlık kısmını (yüzde 39’luk pay) AB’den gerçekleştirdi.
4 2016’da Türkiye’nin AB ile olan ticaretinde ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 88 seviyesinde gerçekleşti.
5 Sadece ihracat değil doğrudan yatırım açısından da AB’nin Türkiye ekonomisinde önemli bir ağırlığı bulunuyor. 30 Haziran itibarıyla Ekonomi Bakanlığı’na veri setine kayıtlı yaklaşık 50 bin yabancı şirketin 23 bini AB merkezli. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın verilerine göre 2016 Mayıs ayı itibarıyla bu şirketler Türkiye’deki doğrudan yatırımların yüzde 64’ünü gerçekleştirdi. 2002-2016 Mayıs tarihleri arasındaki doğrudan yatırımların büyüklüğü dikkate alındığında ise AB’nin Türkiye’ye yapılan yatırımlardaki ağırlığının yüzde 92 olduğu ortaya çıkıyor.
Turist sayısı düştü
6 Türkiye’nin genel turizm sektöründe son iki yılda yaşadığı kötüleşmeye paralel olarak AB’den gelen yabancı ziyaretçi sayısında da dramatik bir düşüş gözlendi. Yabancı ziyaretçi sayısındaki 2015’te yüzde 10 ve 2016’da yüzde 30’luk düşüşleri de eklediğimizde Türkiye ekonomisi için çok önemli olan turizm gelirlerinde AB’nin yerini ve önemini daha iyi anlayabiliriz.
Artık yeter
İsminin açıklanmasını istemeyen bazı AB uzmanlarına göre Avrupa artık yeter noktasına geldi. Tarihin hiçbir döneminde uluslararası ilişkilerde ‘Nazi’ ve benzeri hakaret sayılabilecek ifadelerin kullanılmadığına işaret eden uzmanların görüşleri şöyle:
* Türkiye’de AB ile olan ilişkileri sürekli baltalayan bir yaklaşım var. AB’den kurtulayım, idamı getireyim, yönetim sistemini değiştireyim, ekonomiyi çökerteyim diye. Bu durum ülkeyi tamamen içine kapatıyor.
* AB süreci tam da Türkiye’nin lehine dönmüşken yeni fasıllar açılmışken bu sürece girilmesi, Türkiye’ye kaybettirecek.
Türkiye kaybeder
Uzmanlara göre AB’den Türkiye’ye yatırım duracak.
Yatırımlar rafa kalktı…
Bahçeşehir Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Seyfettin Gürsel: Özellikle doğrudan yatırımlar açısından Avrupa Birliği’nin Türkiye için oldukça önemli olduğunu söyledi. Gürsel’in konuşmasının satırbaşları şöyle:
* Güvensizlik ve belirsizlik nedeniyle Avrupa’dan Türkiye’ye gelen yatırımlar askıya alınmıştı. Şimdi böyle bir ortamda yatırım kararları tamamen rafa kalkacaktır.
* Artık gelmeye niyeti olan turist de yaşananlardan sonra gelmeyecektir.
* Türkiye’nin AB üyelik sürecini artık kimse ciddiye almaz.
* AB, Türkiye ekonomisi açısından çok önemli bir çıpa. İlişkilerin onarılması uzun zaman alacaktır. Belki de hiçbir zaman onarılmayacaktır. Sputnik’e açıklama yapan Yıldırım Beyazıt Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Muhittin Ataman’a göre ise Türkiye, Avrupa ülkeleri ile ciddi bir karşılıklı bağımlılık ilişkisi içinde ve bunu kestirip atmak mümkün değil.
Göçmenlerin işi zor
Türkiye Avrupa Eğitim ve Bilimsel Araştırmalar Vakfı Başkanı Prof. Dr. Faruk Şen’e göre yaşanan gerilimin kaybedeni Türkiye olacak. Şen ilk aşamada Türkiye’nin kayıplarını şöyle sıraladı:
* Türkiye’nin AB’ye giriş sürecinde 2014- 2020 döneminde Türkiye’ye sağlanacak yaklaşık 4.5 milyar Avro’nun 167 milyon Avro’su ödendi. Geri kalan ödemeler donduruldu. Geri dönüş için 6 milyar Avro’nun sacede 552 milyon Avro’su ödendi geri kalanı dondurulacak.
* AB’nin 7 yıllık yaptığı bütçelerde (2020-2026) muhtemelen Türkiye yer almayacak. Türkiye’nin 2023’te AB’ye tam üye olacağım hedefi vardı. Bu gerçekleşmeyecek.
* Hollanda Türkiye’nin dış ticaret fazlası verdiği ülkelerden bazı ürünlerin ithalatında Türkiye’ye öncelik veriyordu, muhtemelen bunları sonlandıracak.
* AB ile ilişkiler durursa, bu ülkelerde yaşayan 5 milyon 600 bin Türkiyeli göçmenin işi zorlaşacak. (KAYNAK)
Bu uzun alıntıda işlenen gerçeklik Türkiye’nin çok ciddi olaylarla çalkanacağını çok istedikleri iç savaşı kaçınılmaz kılacağını ortaya çıkarmaktadır.
Toplumsal muhalefet doğru temellerde örgütlenip kanalize edildiğinde devrim olgusu belkide kendi tarihinde ilk defa sıcak bir halkayı yakalamış olacaktır. Önemli olan yoksul kitlelerin taleplerini programına alan aş iş hürriyet özgülünde doğru bir önderliğin ses getirebileceği de ayrı bir gerçekliktir.
(Sosyalistlerin HDP Dışında Ne İşi Var?) başlıklı bir yazıya dair…
Yazarımız hem soru soruyor hem de kendisi yanıtlıyor, arkasından niyetini de ekliyor:
‘‘Bu, 20. yüzyılda birçok devrim deneyiminde sayısız kereler sorulmuş ve pratikte yanıtlanmış bir sorudur. Troçkist hareketin kimi kesimleri dışında bu soruyu olumsuz yanıtlayacak hiçbir devrimci, sosyalist yapı tanımıyorum.’’ Yazarımızın bu mantalitesine karşı çıkıyorsan kafadan Troçkist oluyorsun.
İyi gene insaflıymış HDP ’yi eleştirenleri falan Kemalist ve Statükocu yapmamış. Zira bilinç altlarındaki tek mantalite Kürt siyasetini eleştirenler kafadan bu kategoriye giriyor. Yani buna göre eleştirmeyen sosyalist lazım. Yoksa vay halinize!
Ben Troçkist değilim, Kemalist, Statükocuda değilim netcez şimdi?
Daha da ileri gideyim bir Türk Sosyalisti olarak sizin vazgeçtiğiniz bağımsız Kürdistan’dan yanayım. Şimdi ben hangi kategoriye giriyorum doğrusu merak ediyorum!
Türk Sosyalistlerinin neden uzak kaldığı bu kısa giriş olarak bu cevap bile yeter aslında, tabiiki anlayana.
Yazarımız kafasındaki olayı o kadarda ön yargılı betimliyor ki ‘‘… bu soruyu olumsuz yanıtlayacak hiçbir devrimci, sosyalist yapı tanımıyorum.’’ diyor.
O halde tanı…
‘‘Halkların Demokratik Kongresi, Batı’da, Kürt ulusal hareketinin güçleriyle devrimci demokratik akımların güçlerinin birleştirilmesini öngören antifaşist antiemperyalist bir cepheleşme hamlesidir.’’ denilirken,antifaşist neyse de, antiemperyalist bir yanını daha henüz ben göremedim. Gören varsa neye dayanarak gördüğünü açıklamalıdır.
Anti emperyalistim demekle malum anti emperyalist olunmuyor. HDK anlayışının filizlendiği BDP koştura koştura gittiği Amerikan ziyaretleri kapalı kapılar arkasındaki görüşmelerle mi antiemperyalist oldunuz? Bu durum daha henüz hafızalardan silinmeden kendilerini antiemperyalist ilan etmeleri ne kadar inandırıcı?
Hani bir özdeyiş vardır litaratörümüzde ‘hiç kimse seni övmüyorsa sen kendi kendini öv!’diye geçen özdeyiş tamda konumuzla ilgili sanırım. Doğrusunu isterseniz HDK ’nın‘antiemperyalist ’ligini ben buna bağlıyorum.
Emperyalist hedeflerle barışık yaşayıp kendine antiemperyalist demekle antiemperyalist olunmadığını sanırım kendileri de bilir.
Deniliyor ki, ‘Sosyalistlerin HDP dışında ne işi var?'
Doğrusunu isterseniz komik bir soru. Bunu siz, önce kendinize sorun.
Bu soruyu soran arkadaşımız yaşanan gerçeklerden bi-habermiş gibi davranarak işi sanırım, iyi niyetliliğe vuruyor.
Hemen söyleyelim HDP hangi sınıf temeline dayanıyor?
Yazarımız bu soruya kaçamak davranırken konuyla alakası olmayan Sovyet ve Çin örneklerini verirken cephe birlikteliklerini serpiştirip duruyor. Doğru Cephe bileşkesinde kimin hangi sınıfı temsil ettiğinin pek o kadar önemi yok. İrdelediğinde her bileşke her fraksiyon belli bir sınıfı temsil ettiğini ileri sürer.
HDP dışındaki Sosyalistleri garipseyen yazarımız HDP’nin ne olduğunu verdiği örneklerde analiz edemiyor. HDP Cephe örgütlenmesi ise adı neden HDP?
Program ve tüzüğünden gördüğümüz kadarıyla cephe olayıyla uzaktan ve yakından bir ilgisi yok. O halde serpiştirilen cephe örnekleri neyin nesi? Hayata ne kadar uyuyor? Sanırım bunu okuyucuya bırakmak en güzeli.
Sosyalistler HDP gibi bir çadır partilerine biat etmeyecektir. Biat edenlerde zaten içinde varlıkları da söylemleri de bir o kadar belirsizdir.
Enternasyonalist bir dayanışma gibi kavramlarla HDP içinde olanlarda tamda bu yazının içeriğinde geçen kuyrukçuluğun Türkiye versiyonu olmaktan öteye gitmeyecektir. Zaten görünen de bu. Anlaşılan o ki, bu durumu aşmak için bu yazı kaleme alınmış. Durumu kotarmak için taze Kan’a sosyalistlerin bileşkesine ihtiyacı var.
İlle kuyrukçu olmak için Lenin döneminde hayat bulan işçicilik (Uvriyeristlik) konumu (tıpa tıp aynısı) olması gerekmiyor. Kuyrukçuluğun versiyonları çok çeşitlidir. Tarihin kendine özgü deviniminde değişik versiyonları bir şekliyle ortaya çıkıp kendine özgün yapısal bir değişimi kurumlaştırabilir. ‘Uvriyerizm’ denilince ille de ‘işçi-kuyrukçuluğu’ anlaşılmasın.
Bir dönem için ulusal mücadeleye argüman taşıyan PKK ve BDP Türkiye özgülünde çizdiği tablo Marjinal bir Kürt siyaseti olarak algılanmış bu algılanma yüzünden Türkiye özgülünde derdini iyi anlatamamıştır. Bu görüngünün ortadan kaldırılması HDP ismiyle yeni bir oluşuma (geniş tabanlı Türkiyeli Sosyalistleri de içine olan) bir vitrine ihtiyaç olduğu düşünülmüştür. Tekrarlayalım yeri gelmişken bu proje Abdullah Öcalan’a aittir.
Sosyalistleri de içine çekerek ulusalcılık marjinalliğini toplumsal bir pota da eriyebileceği düşünülmüştür.
Elbette tarihsel misyonunu tamamladığını düşündükleri bu ulusal mücadelenin izlerini üzerinde yansıtan BDP’ye son vermekti amaç. O izlenimi gölgede bırakabilmek için daha yoğunluklu Türk Sosyalistlerini içine alan Kürt marjinalliğinden arınmış bir vitrin tasarımıydı HDP.
Deniliyor ki; ‘‘HDK’nın emekçileri örgütlemediği iddiasına, HDK’nın üzerinde yükseldiği kitle tabanının hemen tümüyle emekçilerden oluştuğunu söyleyerek somut bir yanıt verebiliriz. HDK emekçi solunun bir parçasıdır.
HDK, ulusal boyunduruğa karşı mücadele içinde politikleşen Kürt yoksullarıyla Batı’daki politik işçi-emekçi hareketlerinin birleşik mücadele mevzisidir.’’
Ama bazen teori ve pratik aynı pota da yürümez. Niyet etmekle yapmak o konumda olmak çok farklı şeylerdir.
Ezilen halk ve mazlumluluk kategorisi ve ben yaparsam her şey olur, sosyalistlerde arkamızdan gelir düşüncesi, pragmatizmin kendisidir. Bir o kadarda optimist bir bileşkedir.
Öyle ya ben yaparsam olur!
Ama niyet ettiğiniz gibi olmuyor işte…
Mantık bu!
O halde buyurun yapın dışınızdaki Sosyalistleri neden çağırıyorsunuz?
Geçmişte de ben yaparsam olur denilmedi mi? Denildi.
Neyin öz eleştirisi verildi?
Elde var sıfır!
Hala aynı mantık ben yaparsam olur…
Gerek Kürdistan da gerekse Kürdistan dışında Kürt ve Türk devrimcilerine (Örgütlerine) yaşam ve çalışma hakkı tanımayan PKK’nın bir öz eleştiri verdiğini duyan oldu mu?
Onlarca devrimciyi öldüren ve öz eleştiri vermeyen PKK anlayışıyla hiçbir şey olmamış gibi dalkavukçu (Uvriyeristlerden) sözümüz ona o sosyalistlerden olmayacağımızı deklare etmeye gerek var mı?
Doğruya ben yaparsam olur… Tam bir PKK mantığı…
Sahi siz hangi güvenden bahsediyorsunuz?
Ne zamandan beri Sosyalistleri düşünür oldunuz?
Ulusalcılıkla sosyalistlik bir arada yürümediğine göre önce ulusalcılarımız sosyalist olması lazım ki devrimcilere ait döktükleri onca kanın samimi olarak bir öz eleştirisini versinler ki ortak bir dili bulalım.
‘‘…Her şey bir yana, PKK ve Kürt yurtsever hareketinin esasen emekçilere dayanan, yoksul halkın girişkenliği üzerinde yükselen “plebyen” bir hareket olduğu bilinen bir gerçektir. Bu yorum bize ait değil bizzat kendileri söylüyor.
PKK’nın ve Kürt yurtseverliği üzerinde yükselen “plebyen” lik ten söz ediliyor (*) gelinen realiteyi mercek altına aldığımızda plebyenliğin yansıması olan bir nevi kriter, bırakalım sınıf mücadelesini bir kenara, ulusal mücadeleden milim şaşamayan daha çok sınıfa değil Kürt burjuvazisinin koşullarını iyileştirmeye yarayan pragmatik bir mücadele anlayışından başka bir şey değildir.
PKK tez elden ismindeki işçi vurgusundan vazgeçmelidir. Zira PKK’nın post-modern dünyasında sınıfsal mücadele diye bir anlayışı yoktur.
‘HDK, ulusal boyunduruğa karşı mücadele içinde politikleşen Kürt yoksullarıyla Batı’daki politik işçi-emekçi hareketlerinin birleşik mücadele mevzisidir.’’ Kendi söylemleriyle tekrarladıkları gibi ulusalcılık temelinde bir politika dışına çıkacak bir argümana’da sahip değildir. İşçi ve emekçi hareketlerinin birleşik mücadele mevzisidir belki ama sadece bu kavram izafidir, real değildir.
İşçi ve emekçi hareketinin birleşik mücadelesini HDK Radikal demokraside arayışını sürdürmesi de işte bu yüzdendir. Sınıf mücadelesi kavramı sosyalist bir mücadelenin hedeflenmesinden doğan marksist literatürün olmazsa olmaz vaz geçilmezidir. Radikal demokrasi ise post modern bir anlayışın Marksizm’e yamanmasıdır.
Gayet doğal bir Radikal Demokraside ise ara katmanlardan gelebilen küçük burjuva sınıflardan gelen oluşumlar üzerinde yükselen temsili hakkın elde tutulmasıyla demokrasicilik geleneğinin oluşturmasından başka bir milim ileri gidemez.
Post-Modern argümanlı Radikal-Demokrasicilerinde özünde zaten işçi sınıfının başını çektiği bir işçi sınıfa ait devrim diye düzeni yıkma diye bir dertleri de yoktur olmayacaktır da. Post-Modern dünyasının Radikal-Demokrasisi tabiiki onlar için bulunmaz bir Hint kumaşı gibi buna neden sarıldıkları sanırım şimdi daha iyi anlaşılacaktır.
‘‘Hedef, HDK programında belirtildiği üzere “demokrasinin kazanılması” veya HDP programının daha vurgulu ifadesiyle “demokratik halk iktidarı”dır. Bunun temel aracının halk meclislerine dayalı bir yönetim olacağı da besbellidir, programdan.’’ Bu cümleler yukarıda söylemlerimizi nasıl desteklediğini sanırım daha fazla bir şeyleri anlatmaya gerek kalmamaktadır.
Demokratik Halk İktidarında sınıfların mevzilenmesinden tutunda Şimendiferin işlevi muğlaktır. Buna göre Demokratik Halk İktidarının Şimendiferi sınıf değil, Kürt ve Türk burjuvazisinin bileşkesi olacaktır.(Dervişin fikri ne olursa zikri de o olurmuş misali gibi fikride zikri de bu tespitlerimden bir gün sonra basına düştü. Resim başlığını buraya taşıyalım da ne söylediğimiz daha iyi anlaşılsın.)
Hayat söylemlerimi doğrulamak için sanki adeta yarışıyor. Aşağıdaki tespitlerim 25.07.2012 tarihli. Basına düşen”KÜRDSİAD KURULUYOR ”başlıklı bu haberle (yani daha doğmadan)kaç yıl önce çakıştığı ortada.
“Ulusal çit içinde yaşayan birden fazla ulus ve Uluscuklar ’ın palazlanmakta olan burjuvalarının çıkarları bire bir çakışmadığından dolayı, çıkarı bozulan palazlanmakta olan kendi burjuvalarının diğer bir ulusun burjuvazisiyle aynı pastayı paylaşmaya yanaşmıyorsa, kendi var oluşu için ayaklanmayı seçiyorsa, ‘kendi ulusum dediği’ aynı dili aynı kültürü paylaştığını söylediği bu insanları ayaklandırmayı sağlayabilmişse, burada asıl sorun; doğmakta olan burjuvazinin var oluşu ya da yok oluşu sorunudur.
Sınıflı kapitalist toplumlarda ulusal muhtevalı her savaş gizde kalmış burjuvazinin kendi savaşıdır.” (abç.AGS)
Meraklısına duyurulur '' YARATTIĞI ULUSLARA ÖDÜL VERME HAKKI BİZE DEĞİL, TAM TERSİNE BURJUVAZİYE AİT OLMALI'' başlığı ile bu adreste: http://www.xn--zgr-meydan-dcb8e.com/?p=133
Dolayısıyla, aslında baştaki soruyu tersine çevirmek daha yerinde olacaktır: ‘‘Sosyalistlerin HDP’nin dışında ne işi var?’’ değil, tam tersine HDP nin dışında olmalarının çok önemli ciddi sebepleri var.
Ali Galip Sayılgan / 10.02.2014
…………Dip-NOT………..
(*)Karl Marx' ın görüşlerini temel alan öğretinin genel adı.
Marksizm bir öğreti olarak siyasal, ekonomik ve felsefi bir bütünsellik içerir. Marksizm, ideolojik alanda, esas olarak sınıflar savaşımı teorisini ortaya atan ve bu savaşımın zorunlu sonucu olarak proletarya diktatörlüğüne ve oradan da toplumsal eşitlik ve özgürlük dünyası komünizme varılacağını öngören bir öğreti olarak tanımlanır.
Marksizmin farklı türleri olmakla birlikte, bu türlerin ortak ögeleri bulunmaktadır. Ancak marksizm türleri, bu öğelerin tanımlanmasında da farklılıklar gösterir. Örneğin, kullanılan yöntem, aynı zamanda marksist felsefi düşüncenin tanımlamasını da veren ve bilimsel bir yöntem olarak sunulan diyalektik materyalizmdir.
Neden ve ne için ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı? Gelin birde bu açıdan bakalım, ne dersiniz? Eğer bu önerme sosyalist toplum sonrası için söyleniyorsa buna ne gerek var? Sosyalizm çağında ulusçuluk gibi milliyetçilik ögelerini bünyesinde taşıyan (adeta geri bir yapılanmaya) övgüler düzülerek böbürlenmeyle zaman geçirmeye ne bir ihtiyacımız var nede buna zamanımız olacak. Yok ille de biz bu meziyetle mastürbasyon yaparak tatmin olmayı yeğleyeceğiz ve sosyalizm kendi deviniminden işte böyle ömür tüketsin diye saçmalıklar öneriliyorsa en iyisi biz, böylesine absürt önerileri almayalım.
Yeri geldiğinde Lenin ve Stalin’in öğretilerini eleştireceğiz elbette biliyoruz sırf bu yüzden bizi Troçkist sanacaklar olsun sansınlar. Türk solunda ak kara mantığı vardır ya ak olacaksın ya kara bunun dışında başka bir çizgi olamaz. Buna göre kazara da olsa Lenin’i Stalin’i asla eleştiremezsin ‘salakça bulduğum bu tutuma göre’ -ezberlerinin dışında bir şey söylendi mi- anında Troçkist damgası yersin. İptidai dinozor beyleri, biz; kendi çöplüklerinde oyunlarına devam etmesini öneriyoruz.
Her şeyden önce şu bilinmelidir ki mutlak doğru diye bir şey yoktur. Sadece doğanın kendince mutlaklaştırdığı belli yasaları vardır. Kaldı ki bilim ve tekniğin gelişimiyle oluşum kanunlarına ufak bir müdahaleyle o bile değiştirilebilir hale gelebilir. Buradan hareketle biz sözü Lenin ve Stalin’e getirmemiz gerekirse, her ülkenin devrimcisi kendi ülkesinin koşullarına göre, daha da önemlisi kendi döneminin koşullarına göre devrimci mücadeleyi geliştirmesi gerektiğinin devrimci ruhunun neresi acaba anlaşılmaz?
Evet anlaşılmaz bir tarafı olduğu kesin. Devrimci deneyimlerin evrenselleştirilmesi mutlaklaştırılması hatta Marksizm adına mutlaka ve mutlaka, uyulması gereken zorunlu yasalar gibi dolaylı olarak misyon yüklenmesine karşı olduğumuz gibi, o türden Ortodoks Marksistlerin dönemine bir nokta koymanın zamanının geldiğini de iyi biliyoruz.
Lenin ve Stalin dönemin şartlarına göre gerekeni yaptılar. Kendi şartlarına göre kafa yorarak çözüm üretmeye çalıştılar. Elbette ki bu noktada bizim bu türden deneyim sahibi olan devrimcilerden yaralanmamız gereken çok şeylerin olduğunu biliyoruz. Gerektiğinde de günümüz koşullarında bulunduğumuz konseptimize uymayan düşünceleri, önermeleri eleştiremeyeceğimiz anlamına gelmeyeceğine göre, bilinç altlarında Trockist etiketi taşıyanları (biz daha fazla gülünç bir duruma düşürmeden kabızlığa meal vermeden yardımcı olalım) zahmet etmeyin, çünkü; biz Troçkist falanda değiliz.
Biz ne Maocu, ne Leninci, ne Stalinci, ne de Trockist’iz biz sadece Marksistiz, Sosyalistiz.
Görüldüğü gibi her devrimci lider Marksizmi algıladığı kadarıyla kendi koşullarında Marksizmi yorumladı o doğrultuda da devrim yaptı. Malum gelişmeleri hep birlikte biliyoruz. Soyguncu kapitalizm karşısında başarısız oldular. Başarısız olması gereken Kapitalizm olması gerekirken sanki doğanın yasaları tersine işledi, acaba neden?
Bu yıkımdan sonra sosyalizmden neyi anladıkları şimdi daha iyi anlaşılmıyor mu?
O kadar üretime katıldıktan sonra işçilerin yaşam koşulları kuyrukta geçiyorsa, kapitalist bir ülkede yaşayan kendi sınıfındaki işçiden daha bir geri olanaklara sahipse, demokrasinin en güzeli kendisinde olması gerekirken, Kapitalist ülkelerdeki düzenlere demokrasi dersi vermeleri gerekirken, tek parti eşliğinde demir perde gibi (diktatörlük gibi) kavramlara maruz kalan işçiler, aslında hiç olmamış bir sosyalizme yani adı değiştirilmiş bürokratizme sosyalizm diye sahip çıkmaları ancak bu kadardı/bu kadardır!
Yukarıda da değindiğim gibi her ülkenin devrimci liderleri kendi koşullarında Marksizmi algılayabildiği kadarıyla, Marksizmi yorumlayabildiği kadarıyla sosyalizmi kurduklarını sandılar.
Yukarıda da yer verdiğim gibi biz sadece devrimciyiz!
Biz sadece Marksist öğretinin insanlık için önerdiği Marksist’iz ve Sosyalistleriz. Ya da diğer bir anlatımla hem Sosyalist hem de Marksist olmaya çalışıyoruz.
Tarihimizde baş gösteren ne malum Ortodokslarımızdan, ne de şu ‘cu , bu cu’ larımız dan hiç değiliz.
En iyisi biz bu türden absürtlükleri tarihin o meşhur çöp tenekesinde bırakalım gitsin.
Biz yalın halde Marksist olmayı yeğliyoruz. Yani basit bir tarz da anlatmak gerekirse şatafata hiç mi hiç gerek duymadan şimdilik hepsi bu diyebilmek sanırım en güzeli.
Bu kadardan parantezden sonra konumuza dönecek olursak:
Bireysel ve toplumsal olgunlaşmanın doruk noktası olan sosyalist toplum kapitalizmin aşamadığı kapitalizmin yapamadığı kısacası kapitalist düzen döneminde ütopya olan, sömürüsüz bir dünyanın, eşitlik ve refahın birebir realitesidir. Tabiiki kapitalist soygun düzeninin simgesi olan fakirliğin üstünden geçen ağır tonajlı silindir gibi o devasa makinenin parçalanarak yeniden örgütlenmesinde doğacak emeğimizin güneşi olacak o sosyalizm.
Sosyalizmde sosyalistler işi gücü bırakıp kendisinden daha geri olan ‘ulus’ ve ‘kader’ gibi absürtlüklerle uğraşacaksa, oldu olacak birde kahve falına baksın deriz. Burjuva toplumlarından devralınan ‘ayrımcı ulusal kategorilerle’ insanların; a-) ulusundan, b-) ulusundan gibi tabirlerle ayrımcı tasnifçiliği, birde biri birini anlamamak için üretilen dillerin farklılığı vs. davranışların sembolü olan yöresel alışkanlıklara da kültür denildi mi mevcut ortak paydanın kriterleri ortadan tamamen kalkmaz mı dersiniz?
Böylesine bir ulusun (irili ufaklı yüzlerce ulus ve milliyet var) hangi kaderinin tayin hakkı geçerli olacak? Kaderden bahsedilen (önerilen) ayrılmaksa ve ayrılıp devlet kurunca bu mantaliteye göre kendi kaderini tayin etmiş oluyor. O halde sormak hakkımız klan ve aşiret devletleri de neden olmasın? Bu saçmalıkları sosyalizmde barındırmayı düşünmüyorsunuz her halde.
Elbette Klan ve Aşiret devletleri bizi rahatsız etmiyor, a- ulusundan tutunda, b- ulusunun ‘kendi kaderleri tayin hakkı’ nı kullanarak istiyorlarsa ayrılabilirler, “biz de bu hakkımızı kullanıyoruz” diyerek ulusal çitlerini çekebilirler. (Bize göre gerici bir uygulama olsa da o insanlara göre gerici olmayabilir) ille de gerici bir geri uygulama olacaksa, bu bir yere kadar bizi rahatsız etmez.
Tabiiki bu bir yere kadar.
Bizi rahatsız edecek ana unsur elbette ki olacak.
O da dünya halklarının baş düşmanı olan emperyalistlerle (ulusçuluk adına) iş birliğine tutuşması, yeni dünya düzeninde ayakta kalabilmek için emperyalistlerin koruma şemsiyesi altına girip, sözde halkların, sözde ulusların bu türden iş birlikçi gerici adımları tabiiki bizi bu noktada da rahatsız eder.
İkincil olarak bizi rahatsız edebilecek konuya gelince :
1- İnsanlar bu yer yuvarlağında tektir, eşit doğarlar, yaşarlar, belli bir yaşam sürdüren insanlar yaşlanıp bir şekilde de ölürler.
2- Üstün insan, veya üstün insan ırkı gibi saçmalık, dezenfekte edilmesi gereken mikrop saçan ayrımcılık hastalığıdır.
3- Bütün dünya insanları eşittir ve bu eşitlik koşulları içinde kardeşlik şiarı içinde bir arada yaşamak zorundadır.
4- Ayrımcılığı körükleyen, bir birlerini özellikle anlamamak için uydurulan bu diller sayesinde yabancılaşma baş göstermektedir. İnsanların bir birine karşı yabancılaşmasını sağlayan dillerin farklılığı kesinlikle ortadan kaldırılmalıdır.
Dil bir iletişim aracıdır ve de özle olmak zorundadır, bu olay sadece ayrımcılığın adı olan bir ulus’a ait iletişim aracı değil bütün dünya insanları için kendisini ifade edebilmesi için ortak bir dile sahip olmak zorundadır. Dolayısıyla ‘ulus’ ayrımı gibi gerici bir zihniyet buna haliyle engeldir. Ulus motivasyonu ilk başlarda ürettiği o uyduruk dilinin meşrulaştırılmasıyla A-Ulusu, B-Ulusu gibi, C-Ulusu Vs. gibi dil ayrımıyla perçinlediği bu ayrımcılığı, yaşadığı toprağına ulusal çitler çekerek resmi bir ayrımcılığın ana hatları “ulus” adı altında şekillendiğini daha farklı bir tarzda detaylandırmaya bilmem gerek var mı?
A- Dili mi olmalı yoksa B- dili mi? Gibi ayrımcılık yapmak = (içinde) mide bulandırıcı milliyetçi ögeler taşır.
5- Dünya’da hangi dil fazla kullanılıyorsa o dil, resmi dünya dili ilan edilip resmi dünya dilinin yaygınlaşmasında radikal kararlar alınmalıdır. İnanıyorum ki bu radikal kararlar ışığında 3-4 nesil sonrası dünya dili konusunda çok önemli gelişmelerin ortaya çıkacağını da çok iyi biliyorum.
6- Ana okullarında dünya dilinde çocuk eğitimi yapılmalı, okullar da ve yüksek okullarda bu dilde eğitim yapılmalıdır.
Dünya ölçeğinde (ayrımcı bir ifade tarzıyla da olsa) halklar dediğimiz insan topluluklarında bir birini anlamayan ve bir birine yabancılaşmış insan topluluklarından ön yargısız bir şekilde bir arada kardeşçe yaşamayı ne için ve ne ölçüde isteyebilirsiniz ki? Bunun için milyarlarca insan bir birilerini anlamaları için bir tercüman gibi bir aracıya ihtiyaç duyma yerine aynı dili bizzat kendileri konuşmak zorundalar.
Unutulmasın ki kardeşçe yaşamak aynı dili konuşmaktan geçer. Aynı dili konuşmayan ulusal çitlerle bir birinden ayrılmış ‘uluslar’ yani (insanlar) kardeşçe yaşama yerine kendi burjuvazilerinin şovence propagandalarının devreye girmesiyle bir birini anlamamanın önünde engel olan dil etkeniyle birleşen bu yeni süreç çok hızlı bir şekilde ön yargıları doğurarak düşmanlığın hakim olması her zaman an meselesi potansiyeliyle her zaman yüz yüzedirler
7- ‘Ulus’ ayrımcılığı gibi gerici daha da kötüsü bir birinin üzerinde üstünlük taslayan faşist zihniyetlerin bire bir bulamacı olan ayrımcı ‘ulus’ zihniyeti (aynı dilin konuşulmasıyla) ön yargılarla birlikte yabancılaşma da ortadan kalkacağı da ayrı bir gerçekliktir.
8- Globalleşen insanlığın bu zihniyettin de (ulusal çit) dediğimiz sınırlara ihtiyaç kalmayacağı gibi insanlığın bu yeni modelinde belki de buna hiç bir zaman eskiye ihtiyaç duyup yıkmayacaklardır.
9- Gelişen yaşanan benimsenen bu tarza göre alışık olduğumuz ve de çok aşina olduğumuz ayrımcılığı koruyan ve kollayan ‘ulus devletlerine’ sizce ihtiyaç duyacaklar mı?
10- Ben sanmıyorum.
ULUSLARIN KENDİ KADERLERİNİ TAYİN ETME KARARI
Ortada cafcaflı gözüken bu slogan var. Adeta efe gibi ortalıkta geziyor. Kenger sakızının lezzeti gibi adeta ağızlardan düşürülmüyor. Bu slogan bana; şişmiş bir balona iğnenin değmesine, balonun o andaki kaderini anımsatır, nedense!
Bu sloganın müsebbiplerine sormak yerinde olmaz mı sosyalizm dediğiniz düzene geçtiğinizde (sınırlarınız içinde irili ufaklı yüzlerce binlerce ulus ve Ulusçuluklar vardı) neredeyse tekrarlana tekrarlana aşındırılan malumumuz olan ‘kaderleri’ neden tayin edilmedi? Neden proletaryanın genel çıkarlarına peşkeş çekildi ki? Buna göre perşembenin gelişi çarşamba’dan belliyse Marksistlerin olmazsa olmazıymış gibi üzerinde binlerce tumturaklı kelime binlerce tumturaklı sayfa üretmenin ne anlamı var ki?
Boş önermelerin diğer bir anlamı da ‘maksat, dostlar alışverişte görsün’ den öteye başka ne anlam taşıyabilir ki?
Burjuvazinin daha iyi sömürmek için ürettiği uyduruk ‘ulus’ ayrımcılığının kaderlerinin tayin hakkı sosyalistlere düşmez.
Ödül verme hakkı bize değil, tam tersine bay burjuvaziye ait olmalı!
Hiç bir şekilde ‘ulus’ gibi gerici bir ayrımcılığın olmadığı dünya yüz ölçümünde gericiliğin ve ayrımcılığın baş müsebbibi olan burjuvazinin ve her şeyi talan eden kapitalizmin sonunu böylesi bir bilinçle donanan insanlar getirecektir.
Birde aynı devlet içinde ayrı bir ulusun egemen devlet güçleriyle çatışması (ülkemizde Kürtlerin durumu) olabileceği gibi, ‘Halkların Kardeşliği’ gibi yapay sloganlarla kurulan dengenin bozulmasında(Yugoslavya örneği) bir birini boğazlayan halklar bilinmelidir ki figüranın bizzat kendileridir. Halk ismi altında birini boğazlayan bu zavallı figüranların arkasında acaba kim vardır dersiniz?
Elini sıcak sudan soğuk suya sokmayan durumun kotarılması için tek kurşun dahi atmayıp elini geri planda zevkle ovuşturan burjuvazinin ta kendisidir.
Eğer sorun kapitalist üretim ilişkilerinde yer alan bir örnek üzerinde detaylanacaksa tabiiki sorunu şu noktada anlaşılır görürüm.
Grafiğimizde de görüldüğü gibi grafiğimiz, (ulusal çitle çevrili her hangi bir ülke içinde) pastanın çeşitli dilimlere ayrılarak pay edilme durumunu simgelemektedir.
Sınıflı kapitalist toplumlarda burjuvazi ilk başta pastanın tamamına sahip olmak ister pastaya sahip olma yada paylaşım (kurulan statü gereği) örnek olarak verdiğimiz pasta diliminin paylaşımı şartlara ve tarihsel gelişimine göre değişir.
Kendi ulusal çitlerimize gelince: (1.Çeyrek, %58) olan, mavi rengin temsil ettiği en büyük pasta dilimi diğer renklere karşı bire bir (hegemonyaya yarışında) tahammülsüzlüğün milliyetçi bir argümanla hakimiyet sağlamaya çalışır.
Aslında çatışmanın ana kaynağı olan burjuvazinin doyumsuzluğudur. ‘Tek bir ulus’ kavramıyla ‘diğer bir ulusun varlığını’ ret etmesi diğer ulusa ait doğmakta olan burjuvazinin mevcut pastadan pay isteme meselesidir kaosun ve de savaşın asal nedeni.
Kendi yapılanmalarını ‘Halklar Hapishanesi’ olarak tanımladıkları insanları bir birinden farklılaştırılarak ayrımcılığın adını ‘Ulus’ olarak tanımlamıştır. Böyle bir ayrıma tabi tutan burjuvazi, birden fazla ‘Ulusların’ bir arada yaşadığı kozmopolit toplumlarda 4 Çeyreğin (%9) , 2 (%23) ve 3 Çeyrekle (%10) çelişkisi olduğu gibi, 3 Çeyreğin (%10), 2,4’le (%23) olan kendi aralarındaki çelişki mütemadiyen hep var olmuştur.
Hepsinin de pastanın en büyük dilimine sahip olan, hakim sınıf adına pastanın en büyük dilimine sahip olan burjuvazi ile yani 1- Çeyrekle (%58) olan çelişkinin kaynağı hep var olmuştur.
Tabiiki anlatımlarımız statü içinde resmi olarak mevcut pastadan paylarını alan ‘Ulusal Burjuvazi’ lerle ilgilidir. Tek hücreli amipler gibi insanların gruplaşarak ayrıştığı ulus saflaşmasında kendisini farklı hisseden insan topluluklarına (inkarcılık nedeniyle yüzde yüzlük pastaya sahip olma adına) o furyada bölünen insan gruplarının farklılığını yok sayarak dilini ve örf ve adet dedikleri davranış şekillerini bile kendi soyuna mal eden şoven bir burjuvazi sahip olduğu pasta dilimindeki aslan payını tabiiki paylaşmak istemeyecektir.
Ulusal çit içinde yaşayan birden fazla ulus ve uluscukların palazlanmakta olan burjuvalarının çıkarları bire bir çakışmadığından dolayı , çıkarı bozulan palazlanmakta olan kendi burjuvalarının diğer bir ulusun burjuvazisiyle aynı pastayı paylaşmaya yanaşmıyorsa, kendi var oluşu için ayaklanmayı seçiyorsa, ‘kendi ulusum dediği’ aynı dili aynı kültürü paylaştığını söylediği bu insanları ayaklandırmayı sağlayabilmişse, burada asıl sorun; doğmakta olan burjuvazinin var oluşu ya da yok oluşu sorunudur.Sınıflı kapitalist toplumlarda ulusal muhtevalı her savaş gizde kalmış burjuvazinin kendi savaşıdır. (abç. AGS)
Bugün Kürdistan dağlarında ölen öldüren her savaşçı (İlle de ayrı bir devlet kurmak için savaşıyoruz diyorlarsa) ister bunu desinler isterse bunu demesinler, unutmasınlar ki kendi burjuvazisi adına savaştığını bilmek zorundadırlar.
Madalyanın öbür yüzü olan resmi devletin askeri ‘vatan savunması altında gizlenen’ asıl savaşı nasıl kendi burjuvazisinin ulusal çıkarlarını koruduğu için ‘şehitlik’ yalanıyla kandırılıyorsa, diğer tarafta‘şahadet’ e ulaştığı söylenen bir örgütün savaşçısı yada gerillasının amacı askerden farklı değildir.
Tarihin her döneminde her olasılığı kullanan burjuvazi tek kurşun bile atmadan üretim araçlarının sahibi oluverirler .
Tumturaklı kelimelerin yanı sıra yerine ”cuk” diye oturan bir ulus tarifine burada pek de o kadar ihtiyacımızın olduğunu söylememize hiç gerek yok. İşin tuhaf tarafı buna ihtiyacımızda yok.
Bu işin meraklıları kendi dönemlerinde (yani ulus kavramının revaçta olduğu kendi dönemlerinde) oturup bu konunun üstüne ciltlere sığacak (hepimize yetecek) kadar kitap bile yazmışlar.
İnsanlar bu kavram uğruna ölmüşler, öldürmüşler (Tradisyon) dediğimiz ( Gelenek) hala bir şekliyle revaçta…
‘Ulus ve Ulusal’ sorun bazında tarihi harmanladığımızda sonu milyonlarca insanın ölümüne neden olan ulus olma savaşlarının psikolojisinde ilk baştan kendine haklılık payesi veren savaşacak bireyleri bu konuda motivize (*) eden (vicdan) kendi sömürüsünün haklılığı peşinde.
Bugün bir şekilde savaşın icatçısı unvanıyla övünebilecek bir aşamada olan insan oğlu, dün Ulus devletlerinin kurulması için toplumsal çalkantının yanı sıra iç savaşları (uluslararası savaşları) yaşaması yaşatması gibi önemli hünerlerinden birisine sahiptir.
Yukarıda insanlığın ‘ölümlere neden olan savaşın, kendine göre haklılığının(!) vicdanen iknası peşinde’ derken herhalde bu varsayımı burada iş olsun diye söylemedik. Çünkü bu vicdan, ‘haklı savaşlar ve haksız savaşlar’ tarzındaki tanımlamalarıyla ikiye ayırabilmekte. Bu tasnifin sonu elbette ki yine ölümle bitecek olan bir kazanımın, bir savaşın (kendine göre haklılığı) tartışılmaz olacak kadar mutlaklaşabilecek tarzda sizce birebir ‘masum’ argüman mı dır?
Tarih sahnesinde yerini alan insanlık farkında olmadan ulusal ayrımcılıkla yüz yüze bıraktırılmıştır. Bir birinden farklılaşma coğrafyasal ayrışmayla tamamen netlik kazanırken iletişim aracı olarak gereksinim duyulan dilin farklılaşması da bu sürecin içinde evrimleşmesiyle ünlüdür. Temeli ve de mayası aynı olan insanı bir birinden ayıran ‘Ulus’ a ait bir sıfatın yanı sıra, dil’in farklılaşması insanları bir birinden ayrıştırmanın önemli etkeni olmuştur.
Ayrımcılık insanları bir yere toplayıp tasnif etmekle ‘sen şusun-sucusun / sen busun-bucusun’ demekle tabiiki bitmiyor. Öyle bir şey olsaydı “sucusun, bucusun” diyen resmi ağızları pek kale almayıp ayrımcılığın tamda bu nokta da doğmasıyla ölmesini de bir arada yaşamış olurduk. Bugün bizimde böyle bir sorunumuz olmaz ve işimiz daha kolay olurdu.
Ama öyle olmadı.
Yaşanan bu sürece biz bu noktada (damıtma/ imbiklenme) süreci dersek belki de ileride sorunun kavranmasında önemli bir noktayı (atlamadan geçmemiş) olmamıza ışık tutacağını düşünmekteyim. En sağlıklı tanım sınıflı toplumların filiz vermesiyle ortaya çıkan bir sürecin etiğidir bu. Kölecilikle başlayıp feodalitenin sonlarına rastlayan hakim düzenin varsayımcıları olan egemenler insanları daha kolay sömürebilmek için paylaşımın ta kendisidir.
Birincisi: sorunsuz bir sömürü için önce uluslara bölünen insanların paylaşımı,
İkincisi: toprağın paylaşımı
Üçüncü aşamasında ise: ikisinin de bileşkesi olan (yani her iki uygulamayı da içine alan) ulusal çitler dediğimiz sınırların çizilmesidir.
İnsanların bir biriyle yabancılaşması yukarıda saydığımız bu (uzun erimli) üç aşamalı tarihsel sürecin yaşanılmasıyla gerçekleşmiştir. Bir anlamıyla ulusal çitler altına hapsedilen insanlar kendi aralarında iletişim sağladığı dillerin farklılaşmasına değişerek gelişmesine neden olurken bir birinden kopuk uzak coğrafyalar içinde yaşayan insan topluluklarındaki dilin kullanımı bir birlerini hiç anlamayacak yeni bir dilin doğmasını ortaya çıkmasına neden olmuşlardır.
Ulus kavramının işte bu nokta da toprak vs. dil bütünlüğü dediğimiz egemenlerle başlayıp burjuvaziyle şekil alan (bunların işini kolaylaştıran) yapay uyduruk etkenler süreç içinde bu kez yapaylığın farklı bir şekilde değişmesiyle (benimsenmesiyle) asallığa dönüşmesine neden olmuştur.
İleride ulus adını alacak insan toplulukların bölünerek sömürülmesine neden olan egemenlerden burjuvaziye (**) varan bir sürecin boyutunda insan topluluklarının yönetilerek sömürülmesinin kendileri için önemli bir elzem olduğunu fark ederek bu mirasın sahibi olarak bu düşünceye bire bir boyut veren ilk kez burjuvazinin kendisi olmuştur.
Burjuvazi tarih sahnesine çıkmasıyla birlikte ulus kavramı da ki son halini tarih sahnesinde çoktan yerini almıştı. Uluslara tasnif edilerek bölünüp sömürülmek kolay olurken ulusal milliyetçiliğin körüklenmesinde dozajının ayarını vermek gene burjuvazinin asli görevleri arasına girmektedir.
Yapay ulusal kategori şekline dönüşen milliyetçilik/ayrımcılığa, ayrımcılık/yabancılaşmaya dönüşür. Burjuvazi tarafından keskinleştirilen milliyetçiliğin diğer kategorisi si olan şovenizmin devreye sokulmasıyla bir anda kendi sınıfına ait olan (bir ömür boyu yaşam yazgısı aynı olan) işçi yoldaşına ulus ayrımcılığı adı altında çok rahat düşman edebilme de başarı sağlayabilmekteler.
Bay burjuvazi milliyetçiliği körükleyip kendi sınırları içerisinde çeşitli kategorilere bölünmüş ‘ulus ve milliyet’ adı altında tanımlanan bu topluluklar arasında (düşmanlığı körükleyip) kimi zaman biri birinden görece üstünlüğün yalanlarını nifak tarlasına ekerken, yeri geldiğinde kullanmak için bu türden düşmanlıkları gündemde var olması için, sürekli canlı tutmada özel bir çaba göstermiştir.
Aynı ulusal çitler içinde bir arada yaşamak zorunda olan bir birinden farklı birden fazla uluslar ve milliyetler arası ayrımcılıkla ırkçılıkla gündem değiştirerek sınıf mücadelesini komaya sokmak isterken,(sömürüsünü çok rahat yürütebilmesi için) sınıf mücadelesinin girdiği koma uykusundan hiç bir zaman uyanmasını istememiştir. Kimi zaman bir birinden dil / din farkıyla farklı suni ayrımcılığın gerçek adı olan ‘ulus’ adı verilen tasnife uğrayan milyonları bulan kalabalık insan öbekleri, burjuvazinin ussal benliğinden kopan demografik eseri olan ‘ulusların’ bir arada yaşamak zorunda kaldıkları (Ulusal Çit’ ler) dediğiz ulusal sınırlarla çizilmiş topraklar bu kez ‘vatan’ ismini alırken, vatanın içinde körüklenen bu temelde baş gösteren ayrımcılık ‘ulusal sorun’ kavramı adı altında ‘ezen ulusla, ezilen ulus’ gibi tanımlamalarla aslen mevcut olması gereken sınıfın mücadelesinin üstüne ölü toprağını serpmek istemiştir.
UYDURUK ULUSLAR VE ULUSAL IRKÇILIK
İnsanlığın evriminde yerini alan mağara döneminden ilkel komünal topluma, bu toplumdan günümüze kadar geçirdiğimiz sürecin içinde ırkların ve ulusların nesnel özelliklerini irdelediğimizde uğruna savaşlar çıkardığımız kutsallık gibi önem verdiğimiz ulusların ne kadar uyduruk olduğunu görürüz.
Sosyolojik açıdan toplumun içinde bir kast olarak gelişen sonra toplumu etkisi altına alan egemen sınıfın doğuşu ulusların muştusunu vermiştir. Bu sınıf gideren köleci dönemde köle sahibi, feodal dönemde senyör, kapitalist dönemde burjuvazi karakterine bürünmüştür.
Bu gün burjuvazi diye tanımladığımız dönemin egemenlerince yarattığı uluslara ödül verme hakkı bize ait olmamalıdır. Ulusların tümü uyduruk olduğu gibi bir o kadarda yapaydır. Uluslar dönemin egemeni olan bu günün ise tarihsel açıdan burjuvazinin eseridir.
VATAN KAVRAMININ DOĞUŞU:
Marksın söyledi şu ünlü sözünü yorumlayacak olursak; ‘proletaryanın yurdu (vatanı) yoktur’ der Marks. Vatan kavramına ilişkin proletarya diye kast edilen işçi sınıfına gelince, elbette sadece işçi sınıfına zimmetli bir kavram değildir. İşçilerin ille de bir vatanı olacaksa sınırlarla çevrilmemiş olan, koskocaman o yuvarlak dünyanın tamamı, Proletaryanın gerçek vatanıdır.Yani sınırların olmadığı sınırsız toprak parçası dediğimiz dünyanın kendisidir vatanı. Proletaryanın bu vatanında burjuvazi dediğimiz asalak parazit bir sınıf asla var olamaz. İşte bu sınırsız özgür vatan, sömürünün olmadığı özgür bir dünyanın bire bir ta kendisidir.
Vatan proletaryayı zapt-ı rapt altına alan onu ulusal çitler altına hapseden, hapsederken de kendi mülkiyetinin korumasını yapacak olan özel silahlı ordunun yaratılmasını örgütleyen azgınca sömürünün örgütlenmesi için sınırların çizildiği toprak parçasına vatan denilmektedir.
İlk giriş de kısaca değindiğimiz gibi, ulusal kimlikler adı altında burjuvazinin ayrımcılığının demografik eseri olan ‘ulus’ ların kendi aralarındaki çatışmasına şovenizm/milliyetçilik denirken, aynı ulusal çitler içinde yaşayan kimi azınlık ‘uluslar’ (bir arada yaşayan ve sayıları milyona milyonlara varan bu insan öbekleri) resmi otoriteye karşı baş kaldırıp savaşmasının anlamına gelince : bir arada yaşayan ve sayıları milyona milyonlara varan bu insan öbeklerinin doğmakta olan kendi burjuvazisinin mevcut pastadan pay almak istemesinin adıdır asıl kavga.
Sonuçta adına ulus denilen bu ayrımcılığın bu tasnifçiliğin demografik eseri olan (ilkel yapılanmalar adına) bu kümeleşmeye eklenen ulusal çitlerin çizilme eylemi, vatan kavramının doğmasına neden olmuştur.
Devrim mücadelesinin olmazsa olmazı olan sınıf mücadelesini bir tarafa bırakıp ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının aciliyetiyle uğraşmak bu kez sınıf mücadelesinin aciliyetini rafa kaldırmakla yüz yüze kalırlar.
Marksizme katkı yaptıkları tarzında düşünülen devrim yapmış ülkelerin liderlerinin eserlerinde bu sorun irdelenirken ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı gibi öngörülerinin detayında kast edilen ulusun burjuvazisinin özgürce kendi işçi sınıfını/ kendi köylüsünü sömürmesi örtük kalmıştır.
Buna göre aslen ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı değil, ulus kavramında gizlenen burjuvazinin kendi kaderini tayinine yakılan ışığın bire bir kendisidir. Bu ayrıma göre bağımsızlık savaşı verdiğini söyleyen bir ‘ulus’ a ait gerilla örgütlenmesi aslen çok lafını ettikleri (bize göre) gerçekten ‘ulus’ una ait gerçek bir bağımsızlık savaşı değil, bu gerilla gücü, doğmakta olan yeni burjuvazinin silahlı birliğidir.
‘Ulus’ diye tanımlanan bu kendi halkı ‘bağımsızlığına’ ulaşmış olsalar bile burada kast edilen bu ‘ulus’ yine bağımsız olamayacaktır. Yıldızı, eski köhnemiş baskıcı statüye karşı çıkan ve bu savaşla parlayan çiçeği burnunda bu yeni burjuvazi, ‘ilerici gözüken barutunu’ kısa bir süre sonra tüketeceğinden dolayı (yani kendi halkının sömürülmesinde en önemli aslan payını almasıyla) gericileşmesi kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir.
Burada bağımsızlık uğruna savaşarak ölen ‘vatan’ kavramının illüzyonistik gizemiyle etkilenen bu uğurda ölen bir savaşçıya şehit yada şahadete ulaştığı tanımı gündeme getirilmekte. Tamda burada sormak belki de tam zamanı: şehitlik yada şahadet neye göre tanımlanmakta?
Burada tanımlanan ‘şehitlik’ ya da ‘şahadet’ (popilize edilmiş ölüm (abç) Ags) yada doğmakta olan burjuvazinin çıkarları uğruna yapılan yanlış propagandanın etkisiyle ajite edilen ölüme gönderilen masum insanların yazgısını bay burjuvazi nasıl anlatacak?
Tabiiki anlatamayacak gerçekleri.
Çünkü yeni doğmakta olan burjuvazi ‘ulusal bağımsızlık’ maskesiyle adeta bir heyula gibi ortalıkta dolaşmakta. Kendi içinde burjuvazisini barındıran bir ‘ulus’ nasıl özgür olabilir ki? Ezilenlerin / sömürülenlerin gerçek savaşı olan sömürüsüz bir dünyanın devrimini ‘ulusal bağımsızlık’ adına gizleyen/geciktiren bay burjuvazinin foyası ‘ilerici gözüken barutunu’ sömürüde azgınlaşmasıyla ortaya çıkaracaktır.
Mesela Sovyet devriminde uykuya yatan burjuvazi elverişli bir zeminle çakıştığında bir anda eski statüsüne kavuşmakta zorluk çekmediğini süreci bizzat yaşayarak gördük. Çarlık Rusyasını ‘halklar hapishanesi’ olarak tanımlayan Lenin’ci teori, sorunu tam tahlil edemeyerek, halkları / ulusları tanımladığı hapishaneden kurtardığını zannedip halk ve ulus adı altında cilalanıp vitrine koymaktan başka çözüm de getirilmemiştir.
Sınıfın kendisi ve bu sınıfın mücadelesi ulus adı altında tanımlanmaya çalışılarak ulusal mücadele bazına indirgenmesi / hedef şaşırtılması, örneğin Sovyet sisteminde üretim koşullarında taraf olarak fiilen var olamayan burjuvaziyi yok etmeyerek ulusun benliğinde ona yaşam serumu verildiği daha detaylı anlatmaya gerek varmı? Yukarıda dediğimiz gibi: Ulus adı altında tanımlanan ayrımcı sıfatlar var oldukça burjuvazi bir şekliyle var olacaktır. 1917’den 1991’e kadar sürecek olan burjuvazisiz bir sürecin yaşanıldığı düşünülürse yani 74 yıl sonra ormanda serin nemli toprağın cazibesine dayanamayan boy boy burjuvazi mantarlarının patır patır toprağı yarıp çıkmasına benziyor.
74 yıl sonra kökünün kazıldığı sanılan burjuvazi serin nemli toprağın cazibesine dayanamayan boy boy rengarenk burjuvazi mantarların patır patır toprağı yarıp çıkmasını neye bağlayacaksınız?
Bu durum, söylemlerimizin haklılığının ispatından başka ne olabilir ki?
Bu durum, söylemlerimizin haklılığının ispatından başka ne olabilir ki?
Sosyalizmin asli görevlerinin içinde olmazsa olmaz ilkeleri olmak zorundadır. Bunalar 5 yıllık 10 yıllık, 20 yıllık planlar dahilinde ‘kaç santimlik, kaç arpa boyu’ yol alındığının incelenmesi yapılmalıdır. Yürümeyen aksaklıklar tespit edilip aksaklıklara karşı önlem alınmalıdır. Sosyalizmin nihai hedefleri içinde, Marks’ın bahsettiği komünizm sürecinde devletin sönmesi sürecine sosyalist toplumun üyesi her insanını hazırlamak gibi görevler nasıl kaçınılmazlıksa, burjuvazinin eseri olan ulus diye bir ilkelliğin varlığının saçmalığı insanlarına anlatılmıyorsa, insanlarını eğitmiyorsa burjuvazinin eseri olan ilkel ulus anlayışıyla mı sınıfsız bir toplum dediğimiz ‘ihtiyaca göre zenginliğin bol olduğu sömürünün hiç olmadığı’ ilkelliğin simgesi olan ‘ulus çeşniliğimizle’ komünizme gireceğimizi umarım düşünmüyoruzdur?
İnsanların eşitliği için mücadele eden sosyalistlerin sosyalist toplumdan sonra (SSCB bir örnek) ulusların varlığının kutsanması yapılarak hatta ‘kendi kaderlerini tayin hakkı’ gibi böbürlenerek savundukları, övündükleri ayrımcılıklarını acaba neden gizlerler?
Üstelikte burjuvaziden devralınmış bu ayrımcılığın adı ulus kavramı değilmi? O halde neden pişkin bir şekilde bu ulus kavramına sahip çıktıkları gibi, malum insanları birebir tasnifçilik yaparak ayrımcılığın bizzat kendisi olan‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme’ tanımlama absürtlüğü ille de bir Kilisede dini ayinlerle kutsanması gerekmiyor! Bir delinin kuyuya taş atmasıyla başlayan bu süreç kırk akıllının bu taşı kuyudan çıkarma uygulaması süreci içinde kaybolmasına benziyor. Sözümüz ona o sosyalist toplumun üyeleri elverişli ortam geldiğinde (parçalanan Yugoslavya örneğinde olduğu gibi) ulusların bir birlerini boğazlaması ‘ulusların kendi kaderlerini tayin etme’ ilkesinin pratikte yaşanmış en belirgin örneğidir.
Ayrımcı yanı özenle gizlenen bu teoriye göre uluslar, (parçalanan Yugoslavya örneğinde olduğu gibi) kendi kaderini işte böyle ‘tayin’ (!) ederler.
Sermayenin enter–>nasyonel dayanışması
Sorun teorize edilmeye bir kez yanlış yerden başlandı mı aynı lokomotifin arkasına bağlanan vagonların doğru vagonlar olduğuna bakılmadan hızla giden trenin tümüne bakarsak elbette vagonların yanlışlığını değil tren katarının kendisini görürüz. Vagonların o noktada(yanlış vagonlar) olup olmamasının bir önemi yok. Burjuvazinin uluslar arası büyük kapitalist gruplarıyla çıkarları belli ölçüde çakıştığı için sermaye bazında Enternasyonalist bir dayanışmayı mecburen doğurmak zorundadır. Bu türden dayanışma çıkarları gereği uluslar arası fink atan burjuvazinin sorunudur.
Bu noktada sosyalist devrimcilerinin uluslararasında fink atan kapitalist emperyalistlerle ne bir işi olabilir nede bir dayanışması olabilir.
İnsanlığın ulusal ayrılıklarla tasnif edilmesiyle başlayan bu bölünme ulusal burjuvazilerinin daha iyi palazlanmasına neden olurken burjuvazi üretimde makineleşme sürecine hakim olmasıyla başlayan sürecin tekabülünde burjuvaziyi sömürüde lehine gelişen artı değerin devasa boyutları kendisini kapitalist yapmakta etkin olmuştur. Kısacası üretim; burjuvaziden kapitalizme evrimleşmesinde en önemli belirleyici nedeni oluşturmuştur. Kapitalistleşen burjuvaziyi elbette ki yeni görevler bekleyecektir.
Üretimin yoğunlaşması yeni pazar arayışları kapitalist dönemin özelliği olduğunu herkes bilir. Ulusallaşan sermaye kendi ulusal çitlerinin dar gelmesiyle önüne çıkan her şeyi doymak bilmez iç güdüyle yutma eğilimi taşımasıyla ünlüdür burjuvazinin emperyalist aşaması. Burjuvazi bu emperyalist aşamasında saldırgandır aynı zamanda işgalcidir. Vatan millet tamtamlarıyla uyandırılmaya çalışılan bu milliyetçi ruh aynı zamanda faşizmin birebir ayak sesleridir.
Yeni yeni pazar arayışları çoğu zaman sermayenin globallaşmasının bir gereği olarak Enternasyonalist bir işbirliği içine girerlerken kimi zaman çıkar çatışmalarında anlaşamazlıkların gereği savaşa girmekten kaçınmadıklarını biliyoruz.
Çıkar savaşları dediğimiz paylaşım savaşları yeni dünya düzeninin kurulmasında en azından 40-50 yıllık hakimiyetin pürüzsüz bir şekilde işlemesinin fesatlık derecesinde bir birini çekemeyen ama (mutlu gözüken) kapitalizmin aile resmidir.
Vahşi doğanın gerçekçi yasası gibi ya büyük balık küçük balığı yutan açlık ve avlanma iç güdüsünde olduğu gibi vahşi kapitalist sisteminde kar ve yutma yok etme (büyük balık) kuralı var olduğu sürece ne kapitalizm krizden kurtulacaktır nede pazarları küçüldükçe yeni pazarları ele geçirmek için dünya savaşından vaz geçecektir.
Uluslararası gasp ve hırsızlığın / haydutluğun adı paylaşım savaşıdır. Kimi zaman krizden kurtulamayan kapitalizm nasıl haydutluğa soyunduğunu hepimiz biliriz. Aşağıda görsel kendi döneminin haydutluğunu anlatıyor bize.
”Pazar — işte, genç burjuvazi için ana sorun. Genç burjuvazinin ereği, meta’yı pazara sürmek ve bir başka milliyetin burjuvazisi ile rekabetten zafer kazanmış olarak çıkmaktır. Kendi “öz”, “ulusal” pazarını sağlama bağlama isteğinin nedeni budur. Pazar, burjuvazinin milliyetçiliği öğrendiği ilk okuldur. Ama işler her zaman pazarla sınırlanmaz.
Savaşıma, “bilek gücü ve salt savunma” yöntemleri ile, egemen sınıfın yarı-feodal, yarı-burjuva bürokrasisi de katılır. Efendi bir ulusun burjuvazisi, ister küçük, ister büyük olsun, [sayfa 22] önemli değil, rakibinin hakkından “daha çabuk” ve “daha korkusuzca” gelme olanağını kazanır. “Güçler” birleşir ve “başka ırktan” burjuvaziye karşı, baskı biçiminde yozlaşan, bir dizi kısıtlayıcı önlemler uygulanmaya başlanır.” (***)
Bunu aksisi kapitalizmin ruhuna ait olan hırs egosunun birebir inkarıdır.
Ulus adı altında tanımlanan ayrımcı sıfatlar var oldukça burjuvazi var olacaktır. Burjuvazi var oldukça savaşlar kaçınılmaz olacaktır.
İletişim aracı olan bir dil’e ulusalcı elbisenin giydirilmesi
Elbette iletişim aracı olan bir dilin üzerine ulusalcılık penceresinden bakanlar bu bazda biçilen bir misyonu normal görebilirler. Hatta bu doğrultuda kaleme alınmış konusu gereği bu detayları öne çıkaran örnek bir kitap da diyebiliriz buna. Kitabın ismi ‘‘İlerisi İçin.”
Kitabın tanıtımı şu cümlelerle ifade ediliyor: ”… Türkiye’nin savunması neden Türkçenin savunmasıyla başlar? Yabancı dille eğitim ihaneti nasıl devam ettiriliyor?…” vs. neden bu alıntıyı yaptığımıza(gerek duyduğumuza gelince) gelecek için önermelerimiz olan, yazımızın ana teması içinde sıkça tekrarladığımız (dünya ölçeğine nüfus edecek tek bir dilin kullanılması) tezimize ilk bakışta aykırı bir düşünceymiş gibi çağrışım yapsa da, bizim düşüncemiz burjuvazinin tamamen tarih olduğu, kapitalizmin buhar olduğu bir düzenden bahsettiğimizi karıştırmamak gerektiğini düşünüyorum.
Bu kitabı kaleme alan yazarımızın kaygısını elbette anlıyorum.Ulusalcılığın revaçta olduğu bu dönemde yazarımız haklı olarak kaygılanmaktadır. Dünya özgülüne kafa yoran bir insan, yıllarca belki de asırlarca emeğe öz veriye gerek duyulan bu uyduruk dillerin bu denli kaosuna ne diyebilecek onu merak ediyorum. Dil yabancılaşmanın temel karakteri olmamalı, anlaşma/anlama birbirini değerlendirme ve iletişim aracı olmalıdır. Ne yazık ki bu kaos, yabancılaşmanın, ayrımcılığın bire bir ifade şekli olmuştur.
Ali Galip Sayılgan / 10-12-2011
DİP NOTLAR
(*) Motivasyon: Kelime anlamıyla motivasyon motive etmek ,sevk etmek harekete geçirmek, bir şeye neden olmaktır. Burada harekete geçiren şeyin kendisi motivedir, ‘motiv’dir .Tepki doğuran her uyarıcı etkiye dayanan davranış şekli motivenin kendisidir.
(**) İnsan topluluklarının egemenlerce bölünüp sömürülme sürecinin başlangıcı (ulus adıyla son şeklini alması gibi vs. etkenler) burjuvazinin tarih sahnesine çıkmasıyla tamamlandığı için, neden ve sebep ilişkisinde burjuvazi tanımını kullanıyoruz.