Sistemin dinamiğinde insanın yeri

 

İnsan doğa ile var olan savaşımında kendi düşün sistematiğini geliştirmesinde en büyük etken yine doğanın kendisi olmuştur. Doğanın benliğe yansımasıyla, yansımanın özümsenmesi bir sürece tekabül eder. Bu süreç insanın kendi zekâsını kayıt altına alma sürecidir aynı zamanda. Her yeni deneyimle eski edinimleri tazelemek demek insanın tedricen zihinsel gelişimine neden olmuştur. Zihinsel açıdan insan kendini geliştirdikçe alet kullanımının yardımıyla doğayı ehlileştirebilme konusunda büyük kolaylık sağlamıştır. Doğaya hükmedebilme yarışı aslına kendini geliştirme yarışıyla ilintilidir.

İnsanlık yaşadığımız yüzyılda bunu önemli ölçüde başarmış olsada üstesinden gelemediği daha çok konu var. Doğayı ehlileştirme sürecinde aletten makinaya, makineden üretime, üretimden refaha, refahtan bilimsel gelişmeye kadar gelinen noktada değişim ve buluşlar, yapay zekâya kadar birçok dalda bilimsel başarılı çalışmasıyla kendisini imtihan etmiştir.

Elbette her şey anlatıldığı gibi tek düze gelişmediğine / gelişmeyeceğine göre, devasa atılımlar karşısında bireyin mevcut durumu tamda bu noktada incelenmesi ele alınması kanaatini ortaya çıkarıyor.

Makinalaşmaya adım atmış toplumlar, bireyin ruhsal dünyasına yazılmamış bir çeşit anayasa metinleri gibi birey farkında olmadan sistemin dayattığı anti sosyal anti hümanist bir çeşit davranış şeklini farkına varmadan içselleştirir.  Bireyin öz güvenine şırınga edilen itaat ve boyun eğme özünde yabancılaşmanın ilk adımıdır. Sistemin dinamiği ile bireyin öznel konumu arasında adı konmamış, tarif edilmemiş, bir savaşın kendisidir bu aslında.

Birey adı konmamış bir savaş karşısında bilinçsizdir bir o kadarda savunmasızdır. Bireyin önünde duran şey bocalamadır. Bocalama sürecinde yaşamak zorundadır bu yüzden de geçimi sağlamak için para kazanma telaşıyla boğuşması, bireyin içine düştüğü savunma mekanizmasının güçsüzleştiğini artık görecek durumda değildir. Aslında bu sürecin ivmesi ilkel insan benliğinde belirginleşmiş olan bilmediği anlayamadığı, nedenini çözemediği yıldırımın devasa gürültülü yok edici gücüne karşı tapınmasına neden olan acizlik hissi gibidir. Tapınma ve ibadet, boyun eğme, itaat etme hissi, psikolojik depresyonun aslında bu ilk evresidir. Sorun bu süreçte toplumsal ritüelleşmenin biçimsel metodolojisinde korkularının azami şekilde nötrleştirebilme sorunuyla ilgilidir. Aslında çocukluğundan devraldığı korkuların minimize edilmiş hali, yetişkinliğin koşuşturması içinde bir çeşit uyku hali ile atbaşı yürür.

Mevcut sistemin dinamiklerine göre insanlar üç adımlık mesafede oturan komşusuna bile yabancıdır. 

Sadece bununla bitse iyi kapitalist toplumlarda emek ürettiği ürünler, sermayeye paraya, ücrete dönüştüğü için yabancılaşır.

Kapitalist burada satın aldığı emeği kendi özgür vasıflarından ayırarak kendi gerçekliğine yabancılaşmasını sağlar.

Emeğin toplumsal yaşam normlarında bir dizi bileşkelerle yabancılaşıyorsa, sorunun rasyonel anahtarını dizginleri ellerinde tutan kapitalistlerin doymak bilmeyen fütursuzluklarında aramak gerekir.

 Emeğin rasyonel özüne yabancılaşması kapitalistin işine gelir. Birey üretim araçları karşısında ne kadar otomasyonlaşmışsa kapitalist o kadar kar içindedir.

Sistemin dinamikleri yabancılaşmada uygun metodolojini adeta bir çeşit mühendislik planlamasıyla uygulatır.

Çünkü emeğin sahibi olan işçi şeylerin özünü bilmemesi gerekir.

Şeylerin özü aslında kendi emeğinin özüdür.

Emeği karşılığında kazandığı aylığı ile yaşaması için ayırdığı zorunlu kesintisin çıkardığında ihtiyaç duyduğu bir çamaşır makinasını bir anda alamayabilir.

İşçi bu noktada ya taksitle satın almak zorundadır tabiiki bu uygulama da işçiye vade ve faiz binecektir ya da ihtiyaçlarından daha kısıp, daha az beslenip para biriktirmek zorundadır.

Yasal hırsızlığın hüküm sürdüğü bu düzende kapitalist için yaşamak, tamı tamına bu olsa da çalıştığı için emeğinin karşılığı ücreti aldığını sanan devasa bir işçi ordusunun artı emeğiyle zenginleşen kapitalistin vampirleşmesinde belirleyicilik işçinin emeğinin üzerinde yükselen zenginliği bir çeşit var oluş nedenidir.

İşçi kendi sahip olduğu emeğine yabancılaştığı ve yabancılaşmanın bir ürünü olan bilinçlenme me süreci, kapitalizmin ünlü sömürü mekanizması işçinin sırtına vurulmuş bir semer olarak sürekli olarak var olacaktır.

Sömürü kapitalist sistemin dinamiklerinde azgın bir şekilde sürdükçe işçi kendi emeğine yabancılaşmayı gelenekselleştirmesine neden olacaktır. İşçi kendisine dayatılan sistemin dinamiğinde emeğinin gücünü düşük bir ücretle kapitaliste satmıştır, imzaladığı iş mukavelesi karşılığında aldığı emeğinin ürünü olan ücret kapitaliste verdiği emeğin değerinden her zaman azdır. Emeğini satan işçi farkında olmadan kapitalist sistemin önemli dinamiklerinden olmazsa olmazı olan artı değeri ortaya çıkarır. İşte kapitalistin asalak bir şekilde sermaye sahibi olmasının püf noktası burada başlar. Sistemin dinamiği gereği her birey emeğine yabancılaştırılan bir pazarın içinde zehirlenmeye, sistemin esiri olmaya adaydır. Kendi emeğine yabancılaşan insan giderek doğaya evrene karşı yabancılaşmanın ilk adımını atmıştır.

Sistemin dinamiği gereği emeğine yabancılaşan her insan hayvani bir dürtüyle tüketirken bencilliğin en doruk noktası olan egoizmi kendisine rehber alır. Ucuza sattığı emeğiyle pahalı etiketlenmiş bir ürünü tekrar kazanmaya çalışması kelime anlamıyla tam bir trajedidir çünkü verili koşullarda yaşamaya çalışan bir işçi artan iştahla tüketmeye itilirken yine sistemin dinamiği gereği reklamların rüyasıyla pazarlanan mükemmelleşmiş egoizm, ucuz kredi sistemleriyle devreye girer.

Sistemin dinamiği olan bu çark artan iştahla tükettirmeyi bireye pompalarken kazanmak için daha da çok emek sarf edip emeğin daha çok kendisine yabancılaşmasını ortaya çıkarır.

Yabancılaşma insanların kendi aralarında oturttukları doğal karşılanan bir çeşit kültür gibidir. Tradisyonel oluşumun doğallığı toplum içinde (yediden yetmişe) nasıl kabul görüyorsa, emeğin ücretlendirilmesindeki evrimsel yabancılaşması kapitalist üretim ilişkilerinde gelenekselleşmesine neden olur. Sosyolojik değer yargılarının bir ürünü olan bayram gününün kutlanması gibi emeğin kendine yabancılaşması da doğal sayılır.

Konuya daha iyi açıklık getirebilmek için bir alıntıya yer vereyim:

"Herhangi bir malın değerinin büyüklüğünü belirleyen, üretiminde kullanılan toplumsal olarak gerekli emek miktarıdır yada toplumsal olarak gerekli emek zamandır. Buna bağlı olarak tek tek her meta, türünün ortalama bir örneği olarak düşünülmelidir.

Bu nedenle, eşit miktarda emeğin cisimleştiği yada eşit zamanda üretilebilen metalar aynı değere sahiptir. " (1)

Burada konusu edilen üretilen bir malın değerinin büyüklüğü sorunudur ona harcanan toplumsal emek miktarındaki zamandır. Zamanın üretimdeki yeri önemlidir çünkü kapitalist düşük ücretle ücretlendirdiği (satın aldığı) emek zamanla ilgilidir. 8 saat olarak belirlediği iş zamanında bir metanın imalatında harcanan emeğin değeridir. Bu saf değer içerisinde makinaların yıpranma payı, harcadığı enerji ve kendi karı ekli değildir. Kapitalist teknik elemanları sayesinde hiçbir çaba sarf etmeden oturduğu yerden kendi karını belirler. Asıl sorun burada emeğin ürettiği metaa ’ya karşı yabancılaşmasıdır. Bir çamaşır makinasını üreten emek evinde bir ihtiyaç duyduğunda bir yabancı gibi çamaşır makinası satın almasındaki yabancılaşma emeğin geçirdiği çeşitli evrelerdeki etkilenişimden nasıl soyut değilse ürettiği bu metaa ya yabancılaşması da bir o kadar ilişkilidir.

Konumuza benzer bir diğer alıntıyla devam edelim.  "Bir metaın değeri ile başka bir metaın değeri arasındaki ilişki, birincisinin üretimi için gerekli emek-zamanı ile ikincisinin üretimi için gerekli emek-zamanı arasındaki ilişki gibidir. (*)"Değer olarak, bütün metalar, donmuş emek-zamanının belirli kitlelerinden başka bir şey değildir." (2)

Burada Marks üretim aşamasında metaların bir dizi işlemler sırasında değer kazanımındaki ayrımı ele alırken biz tamda bu noktada emeğin meta işlemi sürecinde başlayan yabancılaşmayı ele alacağız. Bu yüzden bu alıntı bizim için önemlidir. Metaların fiyatlanmasıyla başlayan değer tespiti bir metanın diğer meta ile arasında harcanan zaman sürecinde sarf edilen emekle ölçülüyorsa kapitalistin düşük ücret karşılığında satın aldığı emeği kar marjını belirlemesiyle ilintilidir. Emeğin düşük ücret karşılığında satın alınma sürecinde geçirdiği evrime emek sahibi işçinin uygulanan kalkulation şemasını kavrayamaması yabancılaşmanın en temel başlangıcıdır.

Yabancılaşmayı biz, sadece emek ve meta arasında gelişen bir etkilenişim olarak değerlendirme ile sınırlarsak, bu sınırlama bizi doğal olarak yanılgıya götürür. Yabancılaşma toplumun her kesiminde kaçınılmaz bir özelliktir. Kapitalist sistemin dinamikleri bu temel prensipler üzerinde yükselmiştir. Yabancılaşmanın evrelerini birçok nedende arıyorsak, ilişkilendiriyorsak elbette bunun özel bir nedeni vardır. Bu durum Kapitalist sistemin dinamiklerinin içinde saklıdır.

Sistemin dinamikleri birey üzerinde sağladığı mevcut hegemonya konusunda son derecede başarılıdır. Bu yüzden insanlar feodal sosyalite ile kapitalist sosyalite dediğimiz yabancılaşma ile yüz yüzedir. Marks’ın formüle ettiği makine toplumu kendi sistemin dinamikleri olarak kapitalist ‘sosyalleşmeyi’ dayatmaktadır. 

Kırsal alanda feodal ilişkilerin sosyalleşmesinden gelen bağrı yanık insanlar, yeni duruma uyum sağlama dediğimiz adaptasyon sürecinde mutsuzdur. Yaşamak için sistemin ihtiyaç duyduğu iş gücünü yukarıda alıntılarla konusunu ettiğimiz şekilde (geçimi için) düşük ücret karşılığında satmak zorundadır.

Bu yüzden sistemin dinamiklerinin fiyat biçtiği aylık kazancına yaşamak için ihtiyaç duymaktadır. Kapitalist sistemin dinamikleri bireyin mülksüzleştirilmesinde koşulları çoktan belirlenmiştir. Boş araziler kamu malı adı altında devlet mekanizması tarafından çoktan el konulmuştur. Ekilip biçilen araziler küçük esnaf çiftçi dediğimiz kesimlerce zamanında tapulandırılma ismiyle belirli nüfusa sahip kişiler devlet sisteminin desteğiyle sahiplendirilmiştir.

Oysa mülkiyetin gerçek anlamı hırsızlık olduğu biline biline dünyanın verili toprakları dünyada yaşayanların ortak malı olması gerekirken hırsızlık yoluyla gasp edilen toprak bir başka ihtiyacı olan dünya insanının kullanımına olanak sağlamamaktadır. Burada bu haksız düzeni koruyan kollayan devletin diğer bir anlatımla konumuza açıklık getiren cümlemizle sistemin dinamiği dediğimiz bu oluşumdan başkası değildir. Kendi toprağına yabancılaştırılan dünya insanı toprağını işleyemeden yaşamak için ya toprak sahiplerinin toprağında karın tokluğuna çalışması gerekli ya da şehirlerde ihtiyaç duyulan kapitalistlerin kapısını çalmaya yönelmesi bu tarihsel gerçeklikten ayrı düşünülemez.

Bu şartlarda sistemin dinamiklerine ait bir insan sistemi terk edip sistem dışı bir yere gidememektedir. Çünkü ulusal çitler bunun için vardır. Kaldı ki ulusal çitler dışında var olan diğer ülkelerde farklı bir sistem değildir. Kapitalist üretim ilişkileri karşısında çözülen feodal üretim ilişkilerine ise yukarıda değinmiş olduğum nedenler nedeniyle geri dönememektedir. Sistemin dinamikleri bu arada kendine özgü çeşitli psikolojik sorunlarla boğuşan yeni bir insan yaratmıştır. Çağımızın hastalığı stres ve depresyon, tamda anlatmaya çalıştığımız bu sistemin dinamiklerinin hastalığıdır.

Depresyon, sistemin dinamiklerine karşı güçsüz düşen bireyin, çaresizliği içinde bunalan, çözüm üretmekte zorlanmasında ortaya çıkan küskünlükle yoğrulan tepki vereme me hastalığıdır.

Sokakta bu türden haksızlıklara tepki verse sistemin dinamiğinin militarizmi olan polis copu kafasına inerken, gözünü hapishanede açması kaçınılmaz olduğunu bilen sorunlarla boğuşan her birey kendi içinde büyüttüğü küskünlüğünü kendi içinde geliştirme yoluna girmesi kaçınılmazdır.

Kapitalist sistemin dinamiklerinde örgütsüz birey her zaman güçsüzdür. Olası durumları tersine çevirmek için örgütlendiğinde bile devlet benzer örgütlenmeyi yok etmesi için devreye girmesi kapitalist düzenin sistem dinamiklerini koruma da bir erk olmadan öteye gidemez. Devlet tamda bu noktada sistemin dinamiklerini korumak için vardır felsefi anlamda trajikomik bir durumdadır.

Birey üstesinden gelemediği sorunlarının altında psikolojik olarak ezilirken aslında santim santin bu sorunların esiri olmaya farkında olmadan başlamıştır. Bu anlamda yabancılaşma her konuda kendini var ederken insan psikolojisinde de yabancılaşma ruhen hayat bulmaya başlamıştır.

Bu yüzden birçok insan mevcut mutsuzluğun alt başlığına çözüm bulabilmek için, sistemin yetiştirdiği psikologlara ihtiyaç duymaktadır.

Azda olsa teorinin kanıksadığımız öznelliğinden kaçınıp bireyin rasyonel özüne dönersek sorunun anahtarını bulabileceğimizi düşünüyorum. Aslında tıkanma noktalarımızda yardım beklediğimiz psikolog kendi içimizdedir.

Biz kendi içimizdeki psikoloğu kullanamadığımız için sistemin dinamiğinin bize sunduğu, ihtiyaç duyduğumuzu sandığımız psikologlarla karşılaşırız.

Elbette mesleği dalında eğitim almış davranış metodolojisiyle rahatlatan, çözüm yollarında belirli bir perspektife sahip psikoloğa karşı olmadığımızı belirtmeden geçmeyeceğim.

Sorun bu noktada teşhis ve çözüm mekanizmaları konusunda doğru bir metodolojiye sahip olmakta yatıyor. Birey özünde bunların hepsine sahiptir ama sahip olduğu şeyin metodolojisinde tıkanır.

Sistemin dinamikleri tamda bu noktada imdadımıza yetişir, âdete bize  ‘‘siz hiç paniklemeyin’’ dercesine, mevcut sistemin özgün fütursuzluğunda beliren bir bileşke gibi ‘‘bizim sizin için eğitimli uzmanlarımız var, siz yeter ki paradan haber verin’’  önermesinde bir dayatma olduğunu, bu dayatmayı bize, farkına varamadığımız yöntemle çoktan yaptığını görürüz.

Sağlığın rantla ölçüldüğü bir düzende çözüme ilişkin farklı düşünmek nasıl abesle iştigal ise bireyin içindeki psikoloğu tanıyamaması da bir o kadar kendine yabancılaşmasıyla ilintilidir.

Elbette yabancılaşma bu yanıyla bitse iyi, sistemin kendiside kuralı gereği bireye yabancılaşmıştır. Sistemin propagandasına göre birey önemli gibi gözüksede aslında bu ‘önemlilik’(!) propaganda afişi olmaktan öteye gitmez. Sistemin dinamiklerindeki gerçeklik bireyin rasyonel özüne yabancıdır.

Bireysel yabancılaşmanın özü farkında olamadığımız anti sosyal özelliklerimizi kamçılar. Bu özelliklerimizin depresifleşmesiyle ortaya çıkan yeni bir duruma uyum sağlaması giderek kendini maddi dünyanın nesnel yasalarına, sosyal konulara, üretim ilişkilerine, kendi üretim gücüne, otoriteye, kurallara, sevgiye vs. bilumum her şeye, bireyin sahip olduğu değerlerine yabancılaşmayı ortaya çıkarır.

Elbette bu konu geniş bir konudur, bu bağlamda üzerinde çok şey yazılması gereken önemli bir konudur. Zaman buldukça konun varyantları açısından ele almayı konunun dinamiklerindeki ayrıntıları geliştirmeyi, konuya katkı sunan bir irdelemeyi önemli buluyorum. İleriki zamanlarda konuya yeniden dönmek umuduyla konumuzun bu boyutuna geçici bir nokta koyuyorum.

Ali Galip Sayılgan

 

 

Dip Notlar

 (1)   Bertell Ollman, Yabancılaşma, Marx'ın Kapitalist Toplumdaki İnsan Anlayışı, Yordam Yayınları, s.265 [K. Marks Kapital. C.1]

(*)  Karl Marks Kapital, Cilt:1, Sol Yayınları, s.52

(2)  K. Marx, l. cilt. , s. 6. [ Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, s. 44. 1]

Erkeğin kabası, kadının babası…

Kimi mutlak değerler vardır, değerin özgün yapısına göre, mutlaklığın değer ölçütü bir kez dokuz olmuşsa (asla ve asla) inmez sekize!

Kaba bir ifade tarzı gibi gözükse de, zurna ile özdeşleşmiş bir öz deyişimiz vardır 'zurnanın zırt dediği delik' ile ilgilidir. Zurna nın zırt dediği delik tam da konumuzun başlığıyla ilintili.

Kimi erkekler kimi kadınlara göre kabadır. Kadınlar öyle diyorsa öyledir lakin inceden ufak bir itirazımız olacak ilerleyen satır aralığımızda. Hatta kimi kadınlarca sık sık dile getirilen bir olgu ise; erkeklerin birçoğu cinsiyetçidir, kadını seks aracı görmesi vs. gibi, ithamlara varan bir dizi argümanları işitmemiz mümkün.

Erkeklerde bu türden zihniyetlerin değişmesi için, önce kadınların değişmesi gerekiyor. Kadın kendini değiştiremiyorsa, anladığı anlamda o kültürel olgunluğa evrilemiyorsa, toplumdan hayal ettiği beklentilerini dünyanın sonunu işaret eden, ‘kıyamete kadar’ teriminin anlamı gibi müzminleşmede iflah olmaz bu beklentilerini ‘kıyamete kadar’ hep sürdürecekleri de ayrı bir gerçekliktir.

Mesela eskiden kafası çalışmayan sosyalistler vardı, yetkin olmadıkları teoride sıkıştıkları her konuyu devrime havale ederlerdi, çocuk kandırıyorlarmış gibi devrimin çözeceğini iddia ederlerdi. İçimizde var olan sorgulamayı bilemeyen saflamalarımızda bunu ciddi bir referans olarak algılardı. Bu sorunun ‘havale yöntemiyle’ devrimle çözüleceğine inanırlardı. Aynı zamanda buna inanan bir o kadarda kadın vardı.

Hala bu türden saflamalar var mı bilmiyorum ama geçmişte varlardı.

Kendini Şef sanan kasıntılara buradan bir ev ödevi vereyim. Hatta bu konuda kafalarını çalıştırmayı deneyip kendilerini bu tarzda bilinçlendirecek şekilde kitap okumalarını önereyim… Kadın sorunu devrim sorunu değil tam tersine kadın sorunu erkek sorunu da değildir. Kadın sorununun anahtarı yine kadınların kendisindedir. Değişemeyen kadınlar erkeklerin değişmesini, erkeklerin eğitilmesini beklerler. Kimden beklerler? Tabii ki erkeğin kendisinden.

Kendisinin ne kadar değiştiğini bilemeyecek düzeyde olan kadın bilinci ‘kaba saba’ gördüğü erkekten bir adım önde olduğunu sanır. Aslında ‘kaba saba’ gördüğü erkekten kendini bir adım önde sanmakla bu can sıkıcı statükoyu destekler.

Bana göre bu konu doktora tezim olabilecek niteliktedir.

Konuyu dağıtmadan hemen sormak gerekir, eğitilmesi istenilen erkekleri kimin yetiştirdiği sorusunun adresi yine kadına dayanır.

Kadınlar kendi değişiminde nal toplarken anaerkilden ataerkilliğe geçiş öyle bilinen kölelik ticaretiyle hiç olmamıştır. Kadının erk olan süreci diye tanımladığımız anaerkillikten ataerkilliğe geçiş hiç de kılıç kalkanla eril hegomanyası sağlanmamıştır.

Bu sorun bilincin gerilemesi ve körelmesiyle ilintilidir.

Bilincin olgunlaşması gerilemesi toplumsal iş bölümüyle ilgilidir.

Bahsi geçen olgunluk insan malzemesinin geldiği bilinçtir. Gelişen bilinç üretimin önünde olduğu sürece geleceğe ilişkin toplumsal denetim ciddi olumlu gelişmeleri ortaya çıkaracaktır. İnsanlığın gelişimi o olgunluğa gelmemişse bilin ki üretim araçların çok gerisinde belirli bir seyir defterini düzenliyor demektir. Mesela bu konuda sopalı devrimde yapsanız devriminiz yıkılır sopanız elinizde kalır. Bu demektir ki başarı ve gelişim dış etkende değil iç dinamizmdedir. Dış dinamizm etkili olsaydı şimdiye kadar yaşanan devrimlerde kadın sorunu da çoktan çözülmüş olurdu. İç dinamizm önemliyse Kimi kadınlar yatıp kalkıp içeriği boş bir feminizmden bahsetmesi bana göre realite değildir.

Eskiden feminist kadınların bir erkek olarak haklarını savunurdum. Gördüm ki kadınlar varken çoğunluğu da halinden memnun iken bana ne oluyor? (Halinden memnun derken söylemi mi açacağım elbette.) Bir erkeğin feminizmin ana ruhunu savunması demek feminizmin bastırılmış bilinç altıyla gizlemeye çalıştığı ana değirmene su taşımaktan başka ne olabilirdi ki? Feminizmin başarısız hipotezinin temel argümanı nesnel duruşunun altında gizlediği tarihsel sürecidir. Göbeğini kaşıyan erkek türü de feminizmin başarısız hipotezinin ürünüdür.

Hak verilmez alınır ilkesini benimseyen kadınlar ona göre de örgütlenmek zorundadır. Feminizmin adını kullanarak feminist olunduğunu ben Türkiye de gördüm dersem eksik olmayacaktır. Evet, sınıfa dayanmayan sınıfsal bir yanı olmayan cinsiyetçiliğin olsa olsa başarı şansı ancak bu kadar olur.

Ama sınıfsal yanıyla hareket eden bir örgütlenmeye tabii ki farklı bakarım, önemserim. Ama her şeyin anahtarını getirip sınıfa indirgeme gibi bir yanlışın boyutunu da bilirim. Bu daha çok sorunları devrime havale etmenin özgünlüğünden soyut değildir. Bu noktada bir birinden yalıtılmış cinsiyetçilik yok, tam tersine kendi sınıfıyla içselleşmiş bir kadın sorunu vardır.

Türkiyeli Feministlerin papağan gibi ezberledikleri tek bir kelime vardır o da ‘egemen erkek ideolojisi/ egemen erkek düzeni ‘ bu kavramın dışında bir argümanları yoktur. Kimi kafası çalışmayan feministlere göre ‘kadınlar, devrimci olmadan ilk önce feminist olmalıdır’ diyebilmektedirler. Feminizmi Hz. Musa’nın asası sanan protein yoksunu kadınlar, buldukları tılsımlı asa ile (feminizm) kadın sorununun çözümünde olmazsa olmaz olarak algılarlar. İşte bu yüzdendir ki; 'tılsımlı asa'yı feminizmde bulduklarını sanırlar.

tabii ki bu işin kaçamak yoludur aynı zamanda tarihsel açıdan başarısızlığı gizleme metodolojisidir. Kültürel olarak yozlaşmış kadın gelecek nesillere ne verebilir? Elbette göbeğini kaşıyan erkek tipinden başka bir şey veremez veremeyecektir de. Sorunun özünü görmek istemeyen feminizm, sözümüz ona kaba erkeğe karşıdır. Karşı olmakla realitenin değişmeyeceği toplumsal işleyişlerde bilinçsiz kadının spesifik duruşu, cahiliye devrini yıktığını ilan ederken put 'culuğa karşı semavi mistizmle özenmiş realitede geometrik putçuluğu içselleştiren bir dinin dinsel ritüelleriyle bütünleşip din'in öznel cahilliğinde hayat bulan sözde laik özde 'Geometrik Put'cu olan, bir dinin öğretisinden /yönetiminden soyut değildir.

Semavi mistizm ile içselleştirilen, geometrik putçuluk öğretisinde hayat bulan kadının adı, vaat edilen 'yalancı Cennet' uğruna, erkeğe biat ettirilirken, gerektiğinde taşlanarak vahşice öldürülürken feminizm özgün duruşu sağırlık olmuştur. Semavi mistisizm in tarihsel sahnesinde kadının cinselliği kendi tarihinde hiç olmadığı kadar fazlasıyla istismar edilmiştir. Kadının yeri Semavi mistisizmin ardıllarına karşı feminizm, pratik olarak bir argüman geliştiremezken adeta onunla barışık yaşamayı yeğlemiştir

Oysa ki feminizmden önce kadınlar devrimci bile olsalar, hiç bir zaman kadın sorununu, yapacakları devrime havale etmezlerdi. Devrimci olmadan feminist olan kadınlar yetiştirdikleri erkek çocukları incelendiğinde kaba saba, cinsiyetçi, hatta kadınlara bakış açısı tamda kadınların sevmediği tipten olmalarındaki bu tesadüfü biz neye bağlamalıyız?

Görüyoruz ki sarıldıkları ‘egemen erkek ideolojisi’ argümanını kadınlarla birlikte ters kaplumbağa yaptığımızda egemen erkek düzenini oluşturan erkekleri de doğuran eğitimini veren yine kadınlar olduğunu göreceğiz.

Şimdi bu paradoksal lığı bay ve bayan feministlerimiz nasıl açıklayacak haliyle merakım söz konusu. Her kadın kendi kızını ve oğlunu bilinçlendirirse sözü edilen egemen erkek düzeni çoktan çatırdamış olduğu gibi, biz de çoktan, mutlu bir şekilde, anaerkil düzende yaşıyor olacaktık.

Erkeği kaba sapa bulan bir bayanın tutarlı yanı yoktur. Erkeği kadın'a karşı kaba yapan özellikler unutulmamalıdır ki mevcut özgünlüğün miladında kadından devir alınan ve hiç bir zaman farkına varamayacakları bir türlü de farkına varamadıkları kadın ruhu gizlidir. Kaba erkeği sadece kaba bir baba yetiştirmemiştir, kendine ve sorunlarına yetemeyen bir annenin yanı sıra, erkeğin kadını ezme konusunda ciddi bir emek sarf eden yine kadının kendisini buluruz.

Erkeği cinsiyetçi olarak değerlendiren feministliğe irdelediğimizde; bu değerlendirmenin özü, yine kadın ruhunun bileşkesinde gizlendiği açığa çıkartılmaktadır. Erkeği doğurup eğiten kadınsa, tam da bu nokta da feminizm kendi bilinç altının enzimlerinde yatan realiteyi çarpıtmakla ünlüdür. Feminizmin makus tarihine göz attığımızda bu özelliği irdeleyen derinlemesine araştıran bir özelliğe asla rastlayamayız.

Feminizmin asal ruhu varsa yoksa kendi yetiştirdiği erkeği yok sayarak uzaydan gelmiş bu erkeklere düşmanlık beslemek gibi özgün bir duruş sergilerler. Asıl sorunun sorumlusu, bire bir kendileri olacak kadar, reel olan bu gerçeği çarpıtarak hedef şaşırtırlar. Feminizmin kendi tarihsel mastürbasyonu ne kadar başarılı olup olmadığı ortada. Kendi realitelerini yadsıyan inkar eden feminizm tarihsel sahnede doğurduğu erkeğe düşman olmakla mimlidir.

Yüzyılımızda erkeğin donanım kapasitesi feminizmin aynasıdır. Bu aynı zamanda feminizmin içinde bulunduğu donanımdır. Kadınları salt kendi doğurduğu erkeğe düşmanlık bazında örgütlemeye kalkan kendi hemcinsi olan geleceğin kadını geleceğin anne adayı olan kız çocuklarını da eğitememiştir. Bu başarısız hipotezini erkek düşmanlığıyla kapatmaya kalksa da yer yüzü ölçeğinde milyarları bulan kadın nüfusu feminizmin kendilerince gizlemeye çalıştıkları asal paradoksallığından uzak durmayı yeğlemiştir.

Feminizmin realiteyi gizleyen akrasif bir bilinç altı, tarih sahnesinde vasat bir gömüt olurken yaşam içinde kadının var olma hali sağlıklı bir kuşağın donanım hali gibi ağır bir görevi önüne hedef koyamadığı sürece, erkeğin kabalığından dem vururken, bu gidişata göre daha çok yakınacağa benziyor. Burada temel alınması gereken anahtar, kendini ne kadar değişmişliğiyle ilgili olduğu kadar değiştirdiğiyle de ilintilidir.

Kendini değiştiremeyen her bayan toplum için yetiştirdiği her erkeğin bir annesi olduğunu düşünürsek, kaba saba erkeği, cinsiyetçi erkeği, kadını meta olarak gören erkeğin arkasında yine kadını aramak mümkündür.

Diyalektik yasa bu türden zihniyet sahibi kadınlara derki her şey bir birine bağlıdır. Diğer bir deyişle, erkekten istediğin özellikler, zamanın da yetiştirdiğin erkeğe verdiğin donanımdan kat be kat fazladır. Diyalektik yasa işte bu yüzden realitedir!

Ali Galip Sayılgan

 

Yüz yılın deccalı ‘sosyal medya’

Geçmişte başlarına bela olabilecek medyayı ele geçirip yandaşlaştırma süreci bittiğinde tam rahat nefes alacağız hülyasına girerken hülyalarının kimyasını bozan sosyal medya peydahlandı. Satın alamadıkları, yandaşlaştıramadıkları sosyal medya yüzyılın deccalı gibiydi.

Bizim gibi ülkelerin (halklarının kaderi) ne yazık ki, sürekli diktatörlük eğilimleriyle ünlenmiş yöneticilerle muhatap olmalarıyla ünlüdürler. Bu yüzden III. Dünya ülkeleri sınıfında anılmaktayız. Aslında bu durum ülkemizde burjuva demokrasisinin oturmaması üretim ilişkilerimizle ilintili bir olgudur. Kendi iç dinamikleriyle gelişen üretim ilişkileri kendi doğası gereği kendi ulusal burjuvazisi ve buna bağlı olarak işçi sınıfını sağlıklı bir şekilde gelişmesinin zeminini doğurur. Bu sürecin ivmesinde işçi sınıfının kazanımlarıyla elde edilen mevziler üzerinde kurumsallaşan kapitalist toplum yapısında bir arada yaşama alanları olan burjuva demokrasisinin kurumsallaşmasını gerekli kılar. Bu yüzden güçler dengesi bu kurumların bir çeşit güvencesidir.

Bizim gibi III.Dünya ülkelerinde oturmamış demokrasi kültürü, sözde seçimlerle elde edilen gücün eklenmesi sonucu, doğası gereği güç zehirlenmesi dediğimiz kaygan zeminde diktatörlüğün inşası kaçınılmaz olur.

Tamda bu noktada seçimlerle iktidara gelen partinin gelişme evrimini burjuvazinin gericileşmesiyle gerici iktidar partisiyle uyum sağladığı oranında çıkarlarına sağlamlaştırma uğraşısına girer. Burjuvazi her zaman iki eğilimli bir karakter taşır. Çıkarlarını sosyal demokrasi eğilimli bir iklimden tesis edebiliyorsa burjuvaziden demokratı yoktur. Eğer çıkarlarını faşizm ve benzer diktatörlükten tesis edebileceğine inanmışsa tamda içinde bulunduğumuz durum gibi seçimle iş başına gelen (küresel güçlerle getirilen) AKP iktidarı gibi. Küresel güçlerden bahsettik, AKP küresel güçler olan ilk başta İngiliz ve ABD emperyalist güçlere bölgede çıkarlarının iyileştirilmesi konusunda çok ciddi güvenceler vererek desteğini almış olması belgelerle ispatlanmış durumdadır. Bu yüzden bunca yıldır Kemalist devlet yapısını işlevsiz kılana kadar görevini en iyi bir şekilde emperyalistlerin lehine yaptığı için 18 yıldır iktidarda diktatörlüğünü halkın aleyhine ama emperyalistlerle birlikte oligarşinin lehine en güzel hizmeti ifşaa etmektedir.

Eskiden burjuvalar emek hırsızlığı üzerine kurulmuş olan kendi hırsız düzenlerini yıkılması korkusuna neden olan en büyük tehlikeyi Komünist Partilerinin faaliyetlerinde görürlerdi. Bu korkunun tarihsel korku sendromları 1888 yıllarına kadar uzanan derin bir travmanın ürünü olduğunu Karl Markx ve Friedrich Engels’in tarihsel yapıtlarında görmekteyiz.

1888 yılında Samuel Moore’un Engels ile birlikte yaptığı İngilizce`ye çeviri, en çok kullanılan İngilizce baskısında; “Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor — Komünizm hayaleti. Eski Avrupa’nın bütün güçleri bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak içine girdiler: Papa ile çar, Metternich ile Guizot, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanları.

Muhalifleri tarafından komünist olmakla suçlanmamış muhalefet partisi nerede vardır? Bu lekeleyici komünizm suçlamasını, daha ilerici muhalefet partilerine olduğu kadar, gerici hasımlarına karşı da gerisin geriye fırlatmamış muhalefet nerede vardır?

Bu olgudan iki şey çıkıyor:

I. Komünizmin kendisi, daha şimdiden, bütün Avrupa güçleri tarafından bir güç olarak tanınmıştır.

II. Komünistlerin açıkça, tüm dünyanın karşısında, görüşlerini, amaçlarını, eğilimlerini yayınlamalarının ve bu Komünizm Hayaleti masalına partinin kendi Manifestosu ile karşılık vermelerinin zamanı çoktan gelmiştir.

Bu amaçla, çeşitli milliyetlerden komünistler, Londra’da toplanmışlar ve İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan, Flemenk ve Danimarka dillerinde yayınlanmak üzere, aşağıdaki Manifestoyu kaleme almışlardır. ” (Komünist Manifesto) Kaynak

Sovyetler birliğinin yıkılmasıyla birlikte Karl Marks’ın dikkat çektiği hayalet adeta masum bir konuma dönüşmüş gibi ne bir polis operasyonu nede cadı avları şimdilik tarih olmuş gibi.

Her ne kadarda Komünizm heyulası egemen burjuvazi tarafından şimdilik Âsâr-ı Atika müzesine kaldırılmış gibi gözükse de moda trend sosyal medya tehlikesi hükümetlerin baş belası konumuna ulaşmıştır.

Devleti yöneten hükumetlerin nesnel tanımını yapmak için merceği elimize aldığımızda aslen burjuvaların kendi içlerinde kimi eğilimlerinin ağır basan temsilcileri olduğunu görürüz.

Kendi çıkarlarını koruyan bu temsilcilerinin seçimle iktidara getirilmesine kendi çıkarlarını parlamentoda halka karşı savunulma yöntemine meclis adı verilirken uygulamanın tümüne burjuva demokrasisi adını verebiliyoruz.

Bu bir anlamıyla burjuvazinin fütursuzca çıkarını korurken emekçilerin siyaseti önüne alabildiğince zorluk çıkarmak gibi asli görevi söz konusudur. Buna aşılması zor baraj sistemlerinden tutunda bir dizi sert önlemler sıralana bilinir.

Avrupa da yaşanılan gerçekliklerden birisi olan burjuva ‘demokrasisine’ rahmet okutan bir ‘demokrasi’ yöntemi, gelişmekte olan bizim gibi geri ülkelerin ‘demokrasisi’ ahlakı sıfırlığı noktasında kendi rüştünü çoktan ispatlamış durumdadır.

Bütün şatafatıyla sürdürülen seçim kampanyaları birbirlerine demedikleri sözleri bırakmayan bu burjuva partileri özünde bağımsız değildirler.

Perde arkasında sömürü cennetini yaşayan kapitalistlerin yani oligarşik yapının eğilimlerinin bire bir temsilci olan hükümetlerin kamuoyunda kopardıkları yaygara ve düzen / denetim, yeniden yapılanma, bakanlıkların oluşumu gibi vb. uygulamalarla hangi burjuvazinin eğilimini temsil ettiğini burjuvazinin çıkarlarını ne ölçüde koruyacağının taahhüttünü verdiğinin incelikleri esasında mevcut basın aracıyla kamuoyundan gizlenir.

Eskiden bu gerçekleri haykıran işçilerin emekçilerin hakkını arayan Komünist Partileri bu anlamıyla tehlikeli bulunurdu. Bu yüzden haklarında takip, yakalama, kovuşturma gibi bir dizi cadı avı sonucunda yargılama gibi, bir dizi işlemleri burjuvazinin kendi soygun düzeninin sürekliliğini sağlama konusunda tehlikeli gördüğü Komünist Partisinin militanları üzerinde kendi soluğunu enselerinde hissetmelerini sağlardı.

SSCB’nin yıkılmasıyla birlikte şimdilik Komünizm heyulası eskisi gibi tehdit olarak algılanmasada, bu kez tehdit keskinleşmiş bir sınıf temelinde değil.

Hırsızlık ve yolsuzluğa karşı örgütlenme tarzı sosyal medyaya akışırken sosyal medya kendi kendine adeta bir misyon yüklenmiş gibi, özellikle gezi direnişi vb. örneklerde bildiğimiz gibi sosyal medya aktif olarak kullanılmıştır.

İktidarların hiç hazzetmediği sosyal medya Komünist Partilerinden daha tehlikeli bir belayı başlarına sarmış durumdadır.

Elbette sosyal medyanın komünist ideolojiyle donanmış sınıf denkleminde kendileri için tehlike arz eden salt hemojenik bir örgütlenmesi söz konusu olmasa da iktidarların yaptığı hırsızlık ve talan karşısında ciddi bir örgütlenmenin bir anda meydanları dolduran binlerce kişinin kimi zaman radikal kimi zaman barışçıl eylemleriyle kaos ve korku şeklinde nam salmış durumdadır.

Hükümet partileri aynı zamanda sosyal medyanın yükselen yıldızına karşı baş edebilmek, kafa karıştırmak gibi işlevleri bünyesinde taşıyan kendi trollerini kullanan yeni bir dönemin kapısı çoktan aralanmışa benziyor.  İktidar trollerin karşı propaganda ile göz boyamaya, hedef şaşırtma gibi bir çalışma prensibi içinde olmuş olsalarda kendi trollerinin sevk ve idaresi konusunda binlerce doları bu uğurda harcama yönüne gidilmiştir Her ne olursa olsun Ak Parti icraatlarıyla bilinen hükümete karşıtı sosyal medyanın yükselen yıldızı karşısında aciz kalmış durumdalar.

Ak Parti iktidarının yapmış olduğu hırsızlık, yağma, talan ve peşkeş çekme gibi yapılan her türlü haksızlıklar, aleni insan hakları, adam kayırma, yargının yandaşlaştırılması gibi bir dizi yaşanmışlıklar toplumda ciddi bir travmalara neden olmuştur.

Bu yüzden bireyin sesini duyurabileceği, kendini ifade edebileceği yegâne alan olarak gördüğü sosyal medya bireyin yapısal psikolojisinde olmazsa olmazı konumunda ciddi bir yer tutmaktadır. Bireyler kendi bireysel kimliklerini dünyaya açılan penceresiyle haykırabilme, bu uğurda sesini duyurabilme, öz güvenini kazanmış bulunmaktadır.

Hırsızlık yapan siyasiler bu durumdan hoşlanmasalar da internetin bireye sunduğu en güzel özgürlüklerden bir tanesidir.

Bu bağlamda bireyler mevcut durumun kıymetini bildiğini düşünüyorum.

Bu yüzdende ciddi bir sosyal medya bilincinin kazanıldığı gözlenmektedir.

Elbette bu gelişme karşısında hırsızlığa yolsuzluğa bulaşmış devleti soyan siyasiler tarafından bu durum kaygıyla izlenmektedir.

Her gün bu sosyal medya yüzünden iktidar partisinin nasıl bir karar alıp, nasıl davranacağı tahmin edilemesede, tanık olduğumuz gerçeklikler içinde, kendi saygısını çoktan zedelemiş olan cumhurbaşkanına hakaret edildiği gerekçesiyle karşı davalarının açıldığı haberleri matbuat basında sıklıkla yer almaktadır.

Bunun yanı sıra takip ve kovuşturma gibi birçok önlemler yine deccal gibi tehlikeli görünen sosyal medyaya yöneliktir.

Bu konuya ilişkin belirgin bir örnek vermemiz gerekirse: ”Hükümet: ‘sosyal medya takip birimi’ kurdu, 60 bin kişi izleniyor” haberi yeterli bir kaynak sayılabilir. Habere ulaşmak için burayı TIKLAYIN

Elbette 60.000 rakamı fena bir rakam değil bu bir bakıma korkunç bir rakam. Tespit edilenler bu kadarsa, ya tespit edilemeyenler? Hükümet aleyhtarı yüzbinlerce propagandacı elemanlar gibi bir şey bu…

Unutulmasın ki internet samanyolu galaksileri gibi milyarlarca yıldızı barındıran adeta bir âlemin kendisi gibidir.

Sosyal Medya algısına gelince; cumhurbaşkanı ve başbakanın kimi zaman dile getirdikleri sosyal medyayı neden sevmedikleri şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Sosyal Medyayı yalan haberlerin döndüğü nifak tohumlarının ekildiği bir yer olarak tanımlıyor olsalarda elbette bu sorunu böyle adlandırmaları çok normal. Hakkımızda ‘duyulmasını istemediğimiz doğru haberleri yayıyorlar’ diyecek halleri yok herhalde.

Gezi olaylarında gerekse Arap baharı olarak adlandırılan sosyal medyanın önlenemez yıldızı bir anda dünya geneline dalga dalga yayıldı.

Devletler ulusal matbuat diye bildiğimiz basın aracılığıyla benzer konuda isteseler de ‘hiçbir zaman muaffak olamayacakları’ etkili bir güçle karşı karşıya olduklarını kavramış oldular.

Hırsızlığın ve yolsuzluğun ayyuka çıkmış kimi III. Dünya ülkelerinde kurumlaşmış hanedanlıklarına veda edenler olsada, müzakere kandırmacılığı sayesinde iktidarını sağlamlaştıran Ak Parti hükümetine tarihsel açıdan altın tepsi içinde sunulan şansını bir kez daha tasdiklemek gerekir.

Kürt bileşenlerinin tarihsel momenti kaçırması politika bilememeleriyle tescillenirken, tarihsel açıdan Ak Parti iktidarına altın tepsi içinde sundukları şans, bu kez kaderin cilvesi dercesine, Kürdistan şehirlerinde taş üstünde taş koymayacak şeklinde bir çeşit müzakere meyvesi ‘eline sağlık ’lığı’ olarak anlaşılabilir.

Kürt bileşenlerinin acemi politikalarından sıyrılıp konumuz olan sosyal medyaya dönecek olursak, dürüst çalışmayan hükümetlerce sosyal medyanın sevilmesi tabiiki düşünülemez.

Sadece gelişmeler bununla bitse iyi Türkiye’nin gündeminde moda olan birde yayın yasağı söz konusu ki, bu yasak Ak Parti iktidarıyla Türkiye’nin gündemine kan emen bir kene gibi yapışmıştır.

Ona yasak, buna yasak, sahi vatandaş, doğru haberi, doğru bilgiye nereden alacak? Denilebilir ki vatandaşı ipleyen kim?

Hangi vasıfla oy aldıkları ortada iken vatandaşların haber alma özgürlüğünü elinden alma yetkisini kimden aldıklarını açıklama ihtiyacı bile duymayan bir zihniyetle yüz yüze kalınmaktadır.

Yasakçı Tiran anlayışı vatandaşı ister istemez bu noktada sosyal medyaya yöneltmesine neden olmaktadır.

Özgürlüklerin olmadığı Tiran cumhuriyetlerinde vatandaş kendi özgürlüklerini yaratır gerçekliği sanırım bu olsa gerek.

Öyle bir hal almıştır ki kimiz aman haberleşmeyi engellemek için çok kritik anlarda ülke genelinde internet erişiminin kapatılmasından tutunda internetin yavaşlatılması başvurulan yöntem halini almıştır.

İktidar bu türden uygulamaları bir çeşit çözüm sansada, elbette bunun çözüm olmadığını iktidar olarak bilmesi gerekiyor.

O halde korktukları nedir? Neden erişim engelleniyor?

Karşılarında vatandaşı düşman gibi görmelerinin bu türden bir davranış içine girmelerinin bir nedeni olmalı.

Vatandaşın lehine gerçekten bir hizmet sunulsa sanırım hükümetlerin ne korkuları olur nede erişim engellenir.

Demek ki ortada doğru gitmeyen bir şeyler var.

İktidarın savlarından yola çıkarsak; sosyal medyada yalan haber üretiliyorsa, yapmış olduğunuz hizmetler kendi vatandaşlarınızın lehine ise ‘yalan haberler’ yaşam içinde hayat bulmaz. Hiç kimse de bu türden yalan bir habere ilgi duymaz. Mademki bunlar yalan haberler, bu yalan haberin panzehri vatandaş lehine yapacakları politika ve iyileştirmeler olması gerekmiyor mu? (Bir hükümetin icraatı, sivrisineklerin oluştuğu bataklığın kurumasına neden olması gerekirken) tam tersine cahilce otokontrol sistemlerine sığınarak interneti kapatma gibi bir yöntem adeta mağara inanının tepkiselliğiyle ünlenmiş komikliğin psikolojisini sergilemektedirler.

Elbette bunun çözümü oy aldıkları vatandaşa karşı yabancılaşan bir politika yerine tam tersine vatandaşın ayrım gözetmeden lehine üretilen politikalar maalesef bizim ülkemizde çok uzak bir ütopya.

Ütopyanın tersine hırsızlık yağma ve talan, rüşvet gibi şeyler almış başını giderken her dakika çalma hırsının tavan yaptığı ruh hali gibi ulu büyük reisin İsviçre bankalarındaki gizli hesabında 200.000.000 $ gibi fena halde bir hırsızlığın paradigması uluslararası kamuoyunda almış başını giderken sosyal medya da bu türden yüzyılın müthiş talan ve hırsızlığına karşı gelişen misyonunu sanırım yok etmeyecektir.

Demek ki sosyal medyada dönen yalan haberin kaynağı haddinden fazla doğru. Bir şeyden bu kadar pimpirikleniyorlarsa, vatandaşın haberi olmasın diye, oldubittiye getirebilmek için gece yarıları torba kanunuyla kendi lehlerine yasalar çıkarıyorlarsa kim kimin menfaatini koruduğu, kimin neyi çaldığı çok açık ortada olduğunu düşünüyorum.

Bu yüzden doğabilecek infiallerin önüne geçilebilmesi ilk iş sosyal medya kullanıcılarının bir araya gelmemesi şeklinde toplu gösterilerin yaygınlaşmaması için erişim kapatma yöntemlerini denemek zorunda kalmaktadırlar.

Bireysel olarak yolsuzluk ve hırsızlıkları deşifre eden gönüllülere tek tek kovuşturmalar açılarak gözdağı vermek isteniyor olsa da bunun sonunun olmayacağı da açık bir gerçekliktir.

Hükümet tarafından aleni bir şekilde yapılanlar budur.

Utanmasalar sosyal medya kullanıcılarının tümünü vatan haini ilan edecekler.

Hırsızlar, devletin olanaklarını talan edenler, meclisi ihale rüşvet yuvasına çevirenler her zaman olduğu gibi tabiiki vatansever…

En büyük korkuları halk ayaklanmasıdır. Yaptıkları hırsızlığın, elde ettikleri yolsuzluklarla edinim yaptıkları koca bir servetin yok olmasının yanı sıra, sonlarının Kaddafi’nin linçi gibi, lüks ihtişamlı kaçak saraylarının yerle bir olmasından korkuyorlar.

Maalesef en büyük içlerine işlemiş korkularının birincisi budur, ikincisi ise yargılanmaktır.

Bu yüzden başkanlık sistemini ısrarla istemektedirler.

Kimsenin gıkı çıkmayacak şekilde daha çok soymak için başkanlık sistemi istenmektedir.

Kaçınılmaz sonu engellemek için toplumun yarısını polis ve özel güvenlik kurumunun eğitimine milyonlarca dolar akıtılmış olsada ne polis kurumu nede ordu halk ayaklanmasını doğacak iç savaşı engelleyebilecek konumda değildir. Yeter ki o aşamaya gelinmesin bunu burjuvazinin kendiside çok iyi biliyor.

BİLİŞİM TEKNOLİJİNİN GELİŞMİ MEDYA’NIN İKİNCİ HALİNİ YARATMIŞTIR

Düne kadar medya bir tane idi, medyanın verebileceği mesaj hükümetler açısından çok önemliydi, bu yüzden medyayı sevmedikleri gibi medyasızda yapamama gerçekliğiyle yüz yüze idiler.

Medyanın bu türden önemini pasifize etme konusu yandaş medya örgütlenmesiyle Ak Parti iktidarıyla gerçekleştirilmiştir.

Gazeteciler tutuklanmasıyla başlayan bu durum gazetecilerin ağır siyasal yaptırımlarla işinden atılmasından tutunda, işsizler ordusuna gazetecilerinde katılması Ak Parti iktidarıyla gerçek olmuştur.

Dünyada bir benzeri olmayan akıllara ziyan uygulama; gazeteciliğin terör örgütü üyesi vasfına büründürülmesi yine Ak Parti iktidarınca gerçekleştirilmiştir.

Diktatörlüğün bütün vasıflarını üzerinde taşıyan uygulamalarla, şiddetin kendisi olan devlet terörü, Ak Parti faşizmiyle inşa olunmuştur. İktidardan nemalanan iktidar yalakası havuz medyasının prim yaptığı kapı kulluğu gerçekliği günümüzün başlıca yadsınamaz reel gerçekliğidir.

Medya açısından kara bir tablo olan gazetecilerin tutuklu halidir.

Türkiye’de 150’ye yakın gazeteci cezaevindedir. Geçen yıl (2016), 800 gazetecinin basın kartı iptal edildiği gibi 173 medya kuruluşu da kapatılmış durumdadır.

Artık gelinen nokta gazetecilerin tutuklanması rutin bir olay olduğunu kaç gazetecinin tutuklu olduğu konusunda bir sayının verilemeyeceğini Adalet Bakanı açıklamış durumdadır. Bu konuya ilişkin kaynak TIKLAYIN

Burjuva demokrasisinin temsilcileri olan iktidar partisi ahlakı sıfır olan demokrasi geleneğinde yapılan hırsızlıklardan tutunda, hiçbir kural tanımadan fütursuzca yapılan talanın ahlaksızlığını dindar ahlaktan bahsedenlerin üstlenmiş olmaları düşündürücüdür. Hiçbir koşulda istifa etmeyen bir yüzsüzlüğün hayat bulmasına neden olmuşlardır. Bu yüzsüzlüğü bir madalyon gibi boynunda taşımaları sıkça bahsettikleri dindar ahlakın rüştünü ispatlamış olmaları ayrı bir ironinin kendisidir.

Geleceğin çok şeylere gebe olduğu Türkiye özgüllüğü, dinci faşizanları tarihin çöplüğüne göndereceği zaman dilimine gebeyken, aynı zamanda kaybettiği cennetinin hayalini kuran vesayetçi Kemalistlerden kurtulmuş bir Türkiye, fazlasıyla hak ettiği, onurlu, insan haklarından ödün vermeyen hak ettiği çağdaş bir demokrasiye bir gün mutlaka kavuşacaktır.

Ali Galip Sayılgan

Yapay zekânın gelişimi Karl Marks’ın Artı Değerini yok mu edecek?

Dünyanın sayılı zenginlerinden Microsoft’un kurucusu Bill Gates’in çevreci enerji kaynaklarının artırılması ile ilgili bir röportaj sırasında sarf ettiği sözler bir anda gündeme oturdu.

Kapitalistlerin, fosil yakıta alternatif enerji kaynakları yaratma konusunda çok bencil ve yetersiz olduğunu kaydeden Gates’in ‘çarenin devlette olduğunu’ söylemesi sosyalizmi desteklediği şeklinde yorumlanırken basında bu açıklama ‘Çare Sosyalizm!’ olarak verildi.

Elbette antikapitalist gündem Bill Gates’in açıklamasıyla kapanmadı Koç Holding’in yönetim kurulu üyesi Ali Koç G-20 zirvesinde yatığı konuşmada antikapitalist söylemlere damgasını vurdu.

‘Vahşi kapitalizmin’ artık mevcut makul iş kesimini de rahatsız ettiğinin iyi bir örneği. 20 yıl öncesine göre çok farklı bir yerdeyiz.

 Küreselleşme görmekten kaçınamayacağımız bir tabloyu hep göz önünde tutuyor.

 Gelir ve servet adaletsizliği sürüyor. Bu konunun küresel servetin kabaca yüzde 80’inin, küresel yetişkin nüfusun sadece yüzde 9’unun elinde bulunduğu, 900 milyon kişinin yoksul olduğu bir dünyada hala yeterince tartışılmıyor olması üzücü.

Bu açıdan Ali Koç’un, kabaca 18 milyon yoksulu olan ülkemizde G20 fırsatıyla bu konuyu gündeme taşıması çok olumlu.

 Diğer taraftan, iş kesimi sadece konuşarak değil sivil toplum platformlarına destek vererek de çaba göstermeli.”

Ali Koç, Şubat ayında da Antalya’daki “OECD Nitelikli Çıraklık ve İşbaşında Eğitimin Teşviki” konferansında ücretlerin giderek düşmesiyle gelir dağılımındaki adaletsizliği artmasını eleştirerek gündem yaratmıştı.

 Sosyal medyada sorunu kavrayamayan çokbilmişlerce ‘maytap’ konusu olsada Ali Koç, bence ne söylediğini bilen biri.

O sistemden bahsediyor, eşitsiz gelişimin ortadan kalması için kapitalizmin ortadan kalkmasının gerekli olduğunu söylüyor. İçine Engels kaçmış olmalı ki Ali Koç aslında kendi cennetinin aleyhinde konuşuyor. Kendisi kapitalist de olsa, teşhis de aklın yolu bir. Zira bu soruna çözüm bulunamazsa gelecekte yapay zekâ sorunuyla işsiz kalan kalan proletarya Meksika ünlü köylü devrimcisi Emiliano Zapata’nın tarihe damga vuran şu sözleri ‘Eğer insanlar için adalet yoksa bırakın devlet içinde huzur olmasın!’ hatırlamakta fayda var.

Hiç kimse merak etmesin, proletaryanın emeğiyle gelişen kapitalizm yapay zekayı keşfetmiş ise proletaryayı tarih sahnesinde sıkılmış bir limon gibi çöpe atabileceğini sanıyorsa aldanıyor. Kapitalistlerde iyi biliyor ki, doğacak kaos kendi düzenini yok etmeye yetecek.

Bu yüzden akıllı kapitalistler çözümü sistemin içinde aramaya çalışıyorlar. Kapitalistlerin içinde kendi cennetinin aleyhine söz söyleyenler hemen hemen hiç yoktur ama dipten gelen uğultulu dalgayı hissedenler bu   doğrultuda kafa yorduklarını düşünüyorum.

İnternette rastladığım bir habere göre, ‘Institute of New Economic Thinking isimli kuruluşun başkanı Robert Johnson şöyle diyor.’

“Dünyanın hemen her yerindeki bankacıların Yeni Zelanda gibi yerlerden havaalanları ve çiftlikler satın aldıklarını biliyoruz, çünkü kaçacak yerler arıyorlar… En zengin ülkelerde bile eşitsizlikler çoğalıyor.” (1)

Aktarmaya çalıştığımız alıntılarda hissedilir olan ‘zincirlerinden başka kaybedecek bir şeyleri olmayan’ insanların sözleri değil, yapay zekâ sayesinde klasik kapitalist sistemin algoritması olan Karl Marks’ın ‘artı değer teorisinden’ kat be kat fazla bir karın elde edilmesi sorunudur asıl sorun.

Yapay zekâ konusundaki bu gelişme aynı zamanda son yüzyılın ciddi gelişmelerinden birisidir. Bu eşitsiz gelişme 18. ve 19.yüzyıl kapitalizminin eşitsiz gelişmesi olsaydı bu kadar üstüne düşmemin gerekliliğini Karl Marks’ın formüle ettiği ‘artı değer teorisi’ cevabını verir derdim ama bu sorun çok farklı. Robotları programlamada harcanan belirli cüzi bir emekle üstelikte insandan daha hızlı robotların istila ettiği fabrikalardaki üretim merkezlerinde, tarih sahnesinde yerini alan proletaryanın yanı sıra 8 saatlik iş mesaisinde üretim araçlarının sahibi olan kapitalistlerin rüyasında göremediği hız ve kalitedeki ürünlerin ucuza mal edilişi eğer bu gidişata bir çözüm bulunmazsa elbette kapitalistler gelecekte proletaryanın mezarını kazacağından hiç kimsenin şüphesi olmasın.

Elbette her çağın koşulları gelecek çağın koşullarına birebir uyması mümkün değildir mesela burada Karl Marks 19. yy. Kapitalist üretim ilişkilerinde işçilerin üretim ilişkilerindeki artı değer konumlarını incelerken aynı zamanda kimi işçilerin işten atılmasındaki işsizliği söyle tanımlar. ‘‘Belli bir sanayi kolunda, makine vb. aracılığıyla sağlanan üretkenlik artışının emek ve sermaye arasında ortaya çıkardığı kaydırmalar, her zaman, ileriye dönük, olabilirliklerdir.

Başka deyişle, artış, yani sanayiye yeni işçilerin girişi farklı bir biçimde dağıtılır; herhalde, işe girenler; işten atılanların çocuklarıdır, kendileri değil.

Onlar, uzun bir süre kendi eski mesleklerinde bitkisel yaşam sürdürürler, kendi gerekli emek-zamanları, toplumsal bakımdan gerekli-emek zamanından daha fazla olduğu ölçüde, olağanüstü güç koşullarda o mesleği sürdürürler; ya sadaka verenin eline bakan yoksullar haline gelirler ya da daha düşük düzeydeki emeğin çalıştırıldığı sanayi dallarında iş bulurlar.)

(Sadakaya muhtaç hale gelen bir yoksul, tıpkı bir kapitalist (rentier [rantiye] )  gibi ülkenin gelirinden geçinir.

Ürünün üretim maliyetlerine girmez ve sonuçta Mösyö Ganilh, onu, valeur echangeable’ın   [değişilebilir değerin] bir temsilcisi sayar.

Tıpkı cezaevinde beslenen bir suçlu gibi…

“Üretken olmayan emekçiler” in geniş bir kısmı, devlet arpalıklarındakiler, vb. onlar yalnızca saygıdeğer yoksullardır.’’ (2)

 Her düşünür asıl olarak kendi çağının yakıcı sorunlarına kafa yorar gelecekteki bilim ve teknolojinin ortaya çıkaracağı yapay zekâ teknolojisinin gerekliklerini birebir bilebilmesi mümkün değildir. Ama bu uzun alıntı bize şunu gösteriyor, günümüzde üretken olmayan emekçileri çoğaltan yapay zekanın gelişimi olacaktır.  Kapitalistlerin toplu halde yapay zekâ yüzünden işten çıkarılması emekçilerin durumu Karl Marks ve Friedrick Engels döneminden çok farklıdır.

Gerek Engels gerekse Marks bu durumu belki hayal bile edemedi. ‘Tıpkı cezaevinde beslenen bir suçlu gibi’ bir konuma sahip olamadıkları gibi ‘Sadakaya muhtaç hale gelen bir yoksul, tıpkı bir kapitalist (rentier [rantiye]) gibi ülkenin gelirinden geçinememektedirler!’…

Aslında Marks ve Engels farklı açıdan kendi koşullarının realitesini yorumlarken aslında bir gerçeğe parmak basmış oluyor, proletaryayı devre dışı bırakan kapitalistler bu kez kendi istekleriyle ülkenin gelirinden geçinmeleri için proletaryaya yeterli pay vermek zorundadırlar. Sadakaya muhtaç hale getirilen bir yoksul gibi değil, tam tersine artı değer pay hakkı denilen temel gelir yasasıyla çözmek zorundadır. Aksi halde Emiliano Zapata’nın o söylemi bir heyula gibi tepelerinde bir çeşit karabasan olarak dolaşacağını farkına varmış durumdalar.

Birçok Avrupa ülkesinde dillendirilen temel gelir ya da diğer bir adıyla çalışsın çalışmasın herkese vatandaşlık maaşı bağlanmasını dillendirmeleri de tamda işte budur.

Bunu yıllar önce İsviçreliler referanduma bile götürdüler, kraldan daha çok kralcı olan cahil İsviçre halkı vatandaşlık gelirini ret etti.

Doğayı ve insan emeğini yok etmeye çalışan vahşi egoist kapitalistler düşüncelerinde bu türden radikal değişiklik yapma olasılığı aslında kâr amaçlı doğanın kirletilmesinde geldiği evreyi bize gösterir. Kapitalistlerin değişimi Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun da ön ayak olduğu Paris İklim Anlaşmasını Avrupa Birliği ve 190 devlet, bu anlaşmayı onaylayarak kapitalistlerin cenahındaki değişimin ayak izlerini görür gibiyiz.

“Şimdi üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, üretim için gerçek bir engel olduğu bir gelişme aşamasına hızlı adımlarla yaklaşıyoruz.  Bu sınıflar vaktiyle ne kadar kaçınılmaz bir biçimde ortaya çıktılarsa o kadar kaçınılmaz bir biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte devlette kaçınılmaz bir biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşitçi bir birlik temeli üzerinde üretimi yeniden düzenleyecek olan toplum bütün devlet makinesini bundan böyle kendine layık olan yere bir kenara atacaktır. Asar-ı antika Müzesi’ne çıkrık ve tunç baltanın yanına.” (3) Engels’in bu öngörüsü

Bu gidişata karşı önlem alınmazsa çok yakın bir zamanda emeği tehdit eden, emeği kendi dünyasından tamamen silecek olan ciddi bir gelişimdir bu sorun. Yukarıda bahsettiğimiz gibi emek, devletten sönmesi için öngörülen ‘Asar-ı antika Müzesi’ne çıkrık ve tunç baltanın yanına’ devlet mekanizmasından önce emek ve artı değer daha önce müzelik olacaktır.

Robot teknolojisinde gelişen son derece dinamik 6 eksenli diye tanımlanan robotlar, insan kolu hareketlerini birebir taklit edebilmesinin yanı sıra 0,32 saniye gibi döngü süreleri sayesinde çok yüksek hızlı sistemine ulaşması üretimde verimliliği artırıyor. Robot teknolojisinde gelişen bu durum sayesinde dinamik yapısından dolayı esnek dans figürlerinden tutunda birçok karmaşık hareketleri çok kolayca yapabiliyor.

Gelişmeler sadece bununla bitse iyi robotlar sanayide birçok iş dallarında konuşlandırmaya başlanıldı bile. İleri teknolojiye sahip ülkelerde robotlar olmazsa olmazları durumuna dönüşmüş durumdadır. Robot teknolojisine ciddi bir yatırım yaptıkları gibi, gelişmiş ülkelerde kullanılan robot sayıları ülkenin teknolojisinde vardığı yeri belirler durumdadır.

Aşağıdaki istatistik bilgilerini ‘IFR, Ulusal robot federasyonu’ verilerinden alınan şekil:1 tablosunu incelediğimizde ne söylediğimiz daha net anlaşılacaktır.

Günümüz ve gelecekte ülkelere göre sanayi robot kullanım rakamlarını gösteren tablo. (4)

Her ne kadarda sanayide robot kullanımı 60’lı yıllara rastlamış olsada A.B.D., İngiltere, Almanya ve Japonya gibi ülkeler robotlara yönelen ülkelerin başında ilk sırayı almaktadırlar.

Robotlara yönelen tercihi öncelikle söyle sıralayabiliriz ileri kapitalist metropol ülkelerde işçi ücretlerinin yüksekliğinden yakınan burjuvazi robotların girdiği sanayi dallarında neredeyse %90 kâr marjını elde edebilecek verimliliği yüz yüze olduklarını görmüş durumdalar.

İkincisi ise, emekçi nüfusu yeterli düzeyde verimli görmemelerinden kaynaklanmaktadır. Üretim performansının dayattığı iş kollarında işverenlere göre çok sık hastalanan işçiler, sendikal ve sosyal haklar emeği bir çeşit köle olarak gören işverenler robot teknolojisine yönelmeyi hızlandırmıştır.

Mesela, otomotiv denildiğinde ilk akla gelen isim olan Almanya’nın 150.000’e yakın robot sayısıyla tüm Avrupa’daki robotların yarısına sahip olduğunu görmekteyiz.

Buna göre ‘Perşembe’nin gelişi, Çarşamba’dan bellidir’ özdeyişimizi hatırlamadan geçemeyeceğim.

Yapay ”zekâ” ya ilişkin aslında söylenecek çok şey var. Olmalıdır da.

Eğer bu konuda söyleyecek bir şeyimiz yoksa Karl Marks’ı bir dönemin modası bugünün ise iptidası olmuş emek dünyasının artı değerini formüle eden tarihsel bir şahsiyet olarak anmaktan öteye gidemeyecek konuma düşeceğiz.

Yapay zekâ yavaş gözükse hızla ilerliyor sayılır. Yapay zekâ üzerindeki geliştirilme verileri teknolojide kullanım oranına kısacası bu gidişata bir çözüm bulunmazsa daha şimdiden gelecekte birçok toplumsal dengeleri alt üst edeceğinin sinyalini veriyor.

Gelişmelerin seyrini şimdiden insanlığın yararına gibi gözükse de çanların işsiz kalan (kalacak olan) salt emeğin dünyası için acı acı çaldığını görmemek, kulak tıkamak vizyonsuzluğumuzu ortaya kor. Robotların dünyasıyla ortaya çıkan eşitsiz kazanımın refah düzeyi daha bir iyileştirilmesi konusunda ciddi çalışmalar yapılmadığı sürece bunu biz şimdiden geleceğin ciddi bir tehlikesi de diyebiliriz.

Asıl sorun robot teknolojisinin yanı sıra gelişen teknolojinin adaptasyonunu burjuvazinin hizmetine verip vermemekte yatıyor-ki bu teknoloji burjuvazinin hizmetine- çoktan sunulmuş vaziyette. Biz biliyoruz ki, gelişmiş ülkelerde yıllardır denenerek ciddi verimlilik sağlanan otomotiv sanayide robotlar ve robot yazılımları burjuvazinin hizmetine çoktan girmiş bulunuyor. Tabiiki bunun böyle olmasında asıl sermayenin kapitalistlerin elinde olmasından kaynaklanmaktadır.  Gelişmeye aday her teknolojiyi ilk etapta ele geçiren maddi gücün sahibi sınıf olma özellikleriyle ilintilidir. Bu durum bilinmelidir ki üretimle ilgisi olmayan asalak ruhlarının öznel niteliğinden hallerinden soyut değildir.

Sermaye ivme olarak kendi ruhunda asalaklığı taşıyor olunca, teknolojik gelişimin asal meyvesini, emeğin meyvesini (hırsız- asalaklığıyla) yediği gibi, teknolojinin gelişiminde de finansal özelliğinden dolayı aynı şekilde ilk elden sahip olabilme öncülüğünü elinde tutacaktır.

Dünya konjonktüründe bu acı tablonun dengesi radikal bir tarzda çok önceden değişmiş olsaydı elbette gerek emeğin evrimi gerekse yapay zekâ konusunda gelişen teknolojinin evrimi, sermayenin yapısal öznesine hizmet değilde, insanlığın refahı açısından ciddi bir gelişimine hizmet sergileyeceğini görebilecektik.

Ama emek hırsızlığının emeği yönettiği kapitalist toplumlarda kaçınılmaz olarak gelişen teknoloji her konuda olduğu gibi, öncelikle kapitalistlerin dünyasına getiri olacaktır.

Otomotiv sanayisinde faaliyet gösteren dünya devleri arasına giren birçok uluslararası pazara sahip olan dev fabrikalarda robot teknolojisinin girmesiyle binlerce on binlerce emekçinin işinden olduğunu biliyoruz.

Bir kapitaliste ait bir robot, hız ve kalite bazında 8 saatte 100 işçinin yaptığını bir saatte yapıyorsa buradaki kâr marjı ve artı değer terminolojisini yeniden gözden geçirmek zorundayız.

Bir kapitalist hasta olup haftalarca rapor alma rizikosu taşıyan işçi üzerinden planladığı üretim girdisini nasıl düşürdüğünü çok iyi bilir. Bu nedenle hasta olma rapor alma şansının sıfır olan akıllı yazılımlar sayesinde bitmek bilmeyen kar hırsı rüyasına bugün kavuşmuş durumdadır.

Kapitalistin yüzyıllık hiç bitmeyen rüyası olan kar hırsı gelecekte daha da bir mükemmelliğin ötesine dönüşeceğinin ipuçları teknolojiyle birlikte bu gün daha iyi bir şekilde belirginleşmiştir.

Marksistler Karl Marks’ın ömrünü verdiği das Kapital de detaylandırdığı artı değeri yapay zekâ biçemlerinde nelerin olduğu, nelerin olabileceğini yorumlayabilecek düşüncelerden çok uzakta oldukları ayrı bir gerçekliktir.

Sırf bu yüzdende üretimdeki dengesiz ciddi bu gelişmeye kulaklarını tıkayıp Karl Mark’ın 18 ve 19.yüzyıl dönemine ait saptamalarla iftara kalkıp oruç tuttuklarını biliyoruz.

Kapitalistler Atı alıp Üsküdar’ı çoktan geçtiğinde gülünçleşen metafor özelliklerini korumada kof bir iddiayla yüz yüze kalacaklardır.

Karl Mark’ın döneminde yapay zekâ bilinmediği gibi robotlarda yoktu.

Karl Marks artı değer formülasyonunu detaylandırırken sadece ve sadece üretim ilişkilerinden yola çıkarak kapitalist toplumda emeğin ve metaların geçirdiği detayları yorumlamıştır Karl Marks.

Karl Marks klasik bazda bir gerçeği ilk defa bilimsel olarak formüle edip detaylı tahlilleriyle adeta bir başyapıt oluşturmuş olsada, kapitalist hırsızların sermaye dünyasında Karl Marks’tan bu yana köprünün altından çok suların aktığını yorumlayamamak Marksizmin takipçileri olan biz Marksistlerin âtıl kaldığı entelektüel geriliğimiz tekrarın tekrarını yapan papağanlaşmadan soyut değildir.

Emeğin üstünde yükselip emeği küçümseyen sermaye yakında emeğe de ihtiyacı kalmayacaktır. Bu durumun ciddiyeti Çarşamba’dan bellidir.

İnternetten kaba bir araştırmayla endüstride robot kullanımının başlıca nedenlerini aşağıdaki satırlarda görülebilirsiniz.

1. İşçilik maliyetini azaltmak,
2. Tehlikeli ve riskli yerlerde çalışanların yerini almak,
3. Daha esnek bir üretim sistemi sağlamak,
4. Daha tutarlı bir kalite kontrol sağlamak,
5. Çıktı miktarını artırmak,
6. Vasıflı işçilik sıkıntısını karşılayabilmek,
7. Üç vardiya boyunca aralıksız çalışma kabiliyeti,
8. İnsana göre daha fazla yük kaldırma kabiliyeti,
9. İnsana göre daha çabuk sonuca ulaşma kabiliyeti,
10. Usandırıcı ve tekrarlı işlerde yeterlilik,
11. Tehlikeli ortamlarda çalışabilme kabiliyeti,
12. İnsan hatalarını elimine etme,
13. Kalite kontrol hatalarını minimuma indirme,
14. Kendini hızla amorti etme,
15. Yüksek hareket esnekliği,
16. Yüksek kar elde edebilmesi.

Bugünkü gelinen aşamada bir işçinin hız ve verimlilik bakımından bir robotla yarışabilmesi mümkün değildir. Robot haddinden çok çok fazla hızlıdır.  Yukarıda da bahsettiğim gibi 100 işçinin 8 saatte yaptığı bir işi bir robot, 1 saatten daha az bir sürede yapıyorsa emeğin sahibi yüz binlerce işçinin işsiz kalmaması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu durum kapitalistlerin sahip olduğu teknolojik yeni Trend diyebileceğimiz eşitsiz kar marjının sermayeye ultra diyebileceğimiz bir özellikle akması demektir.

Bu aynı zamanda toplumsal dengelerin alt üst olacağı bir durumdur bu.

Kapitalist oturduğu yerde bu kez emeğin değil yapay zekânın ‘sömürüsünden’ fahiş kar rantıyla yüz yüzedir.

Bu kez kavramlarda değişmek zorundadır zira yapay zekâ sömürüsünden bahsetmemiz ne kadar doğru olacaktır? Belki yazılım süresinde sarf edilen bir süreye sömürü diyebiliriz ama robotun beynine cip kartı olarak giren bir programın 8 saatlik iş saatine denk gelen bir saatlik hünerin mahiyetine ne kadar sömürü adını verebileceğiz ki?

Sömürüde yapısal taşların kökünden söküldüğü bir süreçle yüz yüze olacağız.

Yapay zekâ yüzünden işsiz kalan çalışamayan insanların bileşkesi olan toplumsal açıdan refahın paylaşımı söz konusu bir örgütlenme yaratılması mecburiyettir.

Böyle bir olgu yaratılmadığı sürece insanlar daha bir vasıfsızlaşarak açlığa mahkûm edileceklerdir.

Kapitalist hırsızları insanların açlık sorunu gibi etkenler çok ilgilendirmese de eşitsiz gelişen sermeye birçok coğrafyada yapay dinsel etnik sorunlarla savaşı körükleyip, gelişmiş sanayi ülkelerinden daha çok hızlı yoksullaşan toplum bireylerine dinsel yeni yeni örgütlenmeler sokarak, bu örgütlenmelere silah yardımının yanı sıra, silah satışıyla savaşların körüklemesinde yeni bir strateji uygulamaktadırlar.

Bu bir nevi kazandıkları kâr marjına askıntı olacak problem çıkaracak nüfuz yüzdesinin kırılması diye tabir ettiğimiz nüfuz planlaması olduğunu bilmek zorundayız.

Geçmişte eşitsiz gelişen emperyalist tekeller dünyanın yeniden paylaşılması için yeni Pazar savaşlarına yönelirken dünya savaşının çıkmasından çekinmezken bugün belirli çekinceleri taşımalarının elbette bir nedeni var.

Eğer ki bugün savaşlar global düzeyde seyrediyorsa, III. Dünya savaşı çıkmıyorsa, bilinmelidir ki nükleer bombaların bir tek emperyalist ülkede olmadığındandır. Bu sorun ciddi bir şekilde III. Dünya savaşını engellemektedir. Nükleer kullanılan III. Dünya savaşı insanlığın yok oluşunun savaşı olacağı bilinmektedir. Bilinmelidir ki kazananın olmadığı savaş paylaşım savaşı değildir. Bu yüzden böyle bir savaşı kimse istemez.

Bu yüzden canhıraş yaşanılabilir yeni gezegenlerin araştırılması bu uğurda milyarlarca dolar harcanması boşuna değildir.

Bu kadar ciddi paraların harcanarak yaşanılabilir yeni gezegenlerin araştırılmasını sadece ve sadece insanlığa besledikleri bir aşkla bu harcamaları yapıyor diye yorumluyorsak bu bizi sorunun ne kadar uzağında seyrettiğimizin ne kadar saf ne kadar cahillik belirtisiyle yüz yüze olduğumuzu gösterir.

Peşinen söylemeliyim ki, milyarlarca dolar dökülüyorsa gelecekte edinebilecekleri yeni ufuklara açılmış pazar savaşında elde edebilecekleri üstünlük sorunu için uğraşıldığını bilmek zorundayız.

_Ali Galip Sayılgan_

 

Dip Notlar

(1) http://gezite.org/zenginlerin-kacis-plani/

(2)   Karl Marks Artı Değer Teorileri Cilt1, Sol Yayınları. Sayfa 206

(3) Engels. Ailenin Özel Mülkiyeti ve Devletin Kökeni. Sayfa:179.

(4) Kaynak: IFR, Ulusal robot federasyonu.  http://www.ifr.org/industrial-robots/statistics/

AVRUPA’DAKİ MÜLTECİLER NİÇİN KENDİLERİNİ ‘‘SÜRGÜN’’ OLARAK ADLANDIRIYORLAR? (*)

 

Bir site kurmuşlar kendileri çalıyor kendileri oynuyor misali, adlarına  “sürgün” sıfatını takmışlar: Sürgün!

Bu insanları kim sürgün etmiş, bu sıfatı bu insanlara kim vermiş belli değil Avrupa sürgünleri ismiyle yatıp sürgün ismiyle kalkıyorlar…

Gerçekten komik…

Bir o kadarda şaka gibi…

Bir sürgün terimi, bir sürgün edebiyatı tutturmuş gidiyorlar. Adları da Avrupa sürgünleriymiş…

Kim, kimi nasıl sürmüş, kim nasıl sürgün olmuş? Bir kaostur almış başını gidiyor.

Bizim bildiğimiz sürgün İse, bir devletin bir muhalifi kendi sınırları içerisinde herhangi bir şehrinde zorunlu ikamete tutması ve her akşam polis ve jandarma karakolunda ‘ben buradayım’ imzasını atandır.

Sıkıyönetim mahkemelerinden aldığım iki ayrı sürgünü hatırlayınca (Yozgat ve Burdur şehirleri gelir aklıma) ‘‘İkişer yıl Yirmişer gün TCK’nın 173/3 maddesi uyarınca taktiren; ikametle genel güvenlik gözetimi altında bulundurulmalarına’’ diye cümlelerle biten sürgün olma halimiz başlardı. Diğer bir anlamıyla, yani her akşam karakolda şahsımıza düzenlenmiş bir deftere atacağım imza karşılığında iki yıl göreceli bir özgürlüğüm söz konusu olacaktı…

Bir muhalifin kendi ülkesinden can güvenliği, işkence korkusu, uzun erimli hapis korkusu, Aile yakınlarının kötü muamele görmemesi için başka bir ülkeye sığınmasına iltica denir. İlticası kabul edildikten sonra bu kişiye mülteci denir.

Malum sürgün olma hali deyim yerindeyse sürgün olma forsu bizlere cezalarımızı mahpusta bitirtilene kadar son buldu. Yani Türkiye’de cezai anlamında sürgünler kaldırıldığı için sürgünlere yüklenen gizemli fors da böylece son buldu.

Yasalardan sürgün olma halini çıkarttılar.

Tahliye olunca da sürgüne gönderilmedik.

Anlaşılan o ki sürgün olma halinin nostaljisi kimilerinin psikolojisini düzeltiyor sanırım Gerçek bir tedavi şekli olmasa da avunma ve acındırma psikolojisinde belki işe yarayabilir.

12 Eylül 1980 faşizminin heyulası bir karabasan gibi indiği topraklarımızda birçok insan Avrupa ya iltica etmek için kaçmak zorunda kalmıştır.

Kimisi korkudan, kimisi arandığı için, gerekçesi ne olursa olsun, sonuçta ağır işkencelere tabi kalmamak için, özgürlüğünü dört duvar arasına sıkıştırmamak için, (bir şekilde)  Avrupa’ya çıkıp iltica başvurusu yapan bir hayli insan söz konusudur.

Hepimizin bildiği gibi sosyal haklara ve refaha sahip olan Avrupa ülkelerinin cazibesinden dolayı ekonomik alım gücüne sahip olmayan yoksul insanlarımızın bir kısmı da  ‘umuda yolculuk’ adı verilen bir yolculuğa çıkmalarıyla ekonomik ilticacı olarak Avrupa’da yaşamaktadırlar.

12 Eylül le birlikte tankların arkasında cesetleri sürüklenenlerin yanı sıra, köyleri yakılanlar, bok yedirilenler, başta Kürtler olmak üzere, Süryani Vb. gibi dinsel etnik kimliklere sahip olanlar, bir çoğu Türkiye içindeki metropol şehirlere  (İstanbul, İzmir Ankara, Adana, Mersin) yerleşirken kaçabilenler de Avrupa’nın herhangi bir şehrinde ekonomik ilticacı olarak yaşamaktadırlar.

Zaman içerisinde kimi insanların iltica başvurusu kabul edildi, kimisinin ise kabul edilmedi. İlticaları kabul edilmeyeneler başka ülkeler de iltica başvurusunda bulunarak yaşamlarını sürdürmeye devam ettiler.  Bulundukları ülkelerde ilticalarını kabul ettiremeyen insanlar, ya Türkiye’ye döndüler,  ya da kaçak statüsünde çalışmak zorunda kaldılar.

Ekonomik ilticacılar her halikülarda anlaşılabilir, asıl anlaşılmaz olanlarla ilgili benim asıl sorunum.  Anlatmak istediğim asıl konu ekonomik ilticalarla ilgili değil, tam tersine politik bir kimliğe sahip örgüt yöneticisi ya da üyesi sıfatıyla Avrupa’ya çıkan insanlarla ilgili.

Hepimizin bildiği gibi Türkiye’de mücadele etmek isteyenler Türkiye ye zamanında çoktan döndü. Ayrıca hukuksal konumları el vermese de farklı yollardan devrimci mücadeleye dönenen arkadaşlar vardır. Şu anda Türkiye’de mahkemeleri bitmiş, birçok mülteci yaşamaktadır.  Neden acaba dönmüyorlar Türkiye’ye?

Avrupa da kurulan yeni düzenin bozulmasını istemeyenlerde bir  ‘sürgün arabeski ’nin geliştiğini gözlemlemekteyiz. ‘ … sevenin halinden sevenler anlar’ misali ‘ sürgünün halinden sürgünler anlar’ içerikli bir birini destekler yazılar bile yazmaktalar.http://avrupasurgunleri.com/surgunun-halinden-sungun-anlar/

Arabesk ruhun gıdası mıdır bilinmez ama  ‘sürgünlük’ gıdası adeta ruhları gıdıklıyor. Sürgün olma hali adeta bir tradejiye  dönüşüyor. Çakaralmaz bir silahın acıklı öyküsü gibi temcit pilavı gibi  sürgünlük güzellemesi ısıtılıp ısıtılıp sunuluyor.

Buna psikolojide mastürbasyon denilse de sanırım gerçeklikle yüzleşmek bir türlü işimize gelmiyor.

‘Kardeşim seni kim sürgün etti?’ diye bir  soru sorsak, tutarlı bir yanıt alamayacağımızı biliyoruz.

İşin tuhaf  tarafı sürgün olma edebiyatının gerçek olabilmesi için ellerinde  mahkeme  kararı olması gerekir. Kaçarak mülteci konumunu seçmek sürgün güzellemesini haklı çıkarmaz.

‘…Mülteciler çağında yaşıyoruz. Dünyanın neresine gitseniz  her ülkeden insanla karşılaşabilirsiniz. Göçmenler çağı da denilebilir buna. Göçmenlik de bir tür sürgünlük değil midir?’  diyorlar.

Hayır değildir!

Sürgünün tanımını yukarıda yeterince yaptık bence sürgün arabesk ‘ine ihtiyacımızın olmadığını düşünüyorum.

O halde senin ne işin var burada denilebilir. Birincisi ben, 12 Eylül 1980 den önce tası-tarağı toplayıp Avrupa’ya hicret edenlerden değilim.

Bazı nedenlerden dolayı zorunlu olarak buradayım detaylara girmeyeceğim ama  bir kaç cümle ile sorunu ek yapacağım. Amnesty İnternationale (Uluslararası Af Örgütü) yardımıyla Almanya’ya getirildim.

Sonuç olarak Türkiye Cumhuriyeti tarafından mülga 403 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunun 25-ç maddesi uyarınca Bakanlar Kurulunun 25.01.1996 tarih ve 7773 sayılı kararı ile Türk Vatandaşlığından atıldım. Haliyle   Alman vatandaşıyım.

İşlemiş olduğum konuya kişiselleştirmeden tekrardan konumuza  dönecek olursak Türk vatandaşlığından atılmama karşın kendimi sürgün edebiyatının içinde  sürgün arabeskine ait görmüyorum.

Maalesef  durum çok farklıdır Avrupa’da  adeta sürgüncülük tiyatrosu oynanıyor. Bu Türkiye solu gerçekten iflah olmaz müspet alışkanlıklarla doludur, bu sürgüncülük tiyatrosuyla adeta  içselleşmiş durumdalar. Kimi insanlar kendilerine şefliğin gökten zembille indiğini sandıkları için kendine sürgün artabeskini yakıştırmayacak da kim yakıştıracak?  Dolayısıyla sürgün absürtlüğüne yüklenen anlamda sanırım bundan kaynaklanıyor. İşleri güçleri yok sürgüncülük nostaljisi üretiyorlar. ‘Şeflik’ rütbesini üstünden bir türlü atamayanlar sanırım kendilerine bu tarzda misyon biçiyorlar. Gizemli bir şekilde politik mağduru oynamak bu olsa gerek.

Avrupa’da bu insanların sürgün olabilmeleri için devlete ait yargı organlarınca Avrupa da sürgüne tabi olduklarına dair bir mahkeme kararı söz konusu olması gerekir. Bu olmadığına göre geriye kalıyor iltica hakkından faydalanmak. İlticacılıkla sürgün olmayı karıştıranlara (karıştırmak isteyenlere) siyasi rant peşinde koşmakla tanımlamamız sanırım hatalı olmayacaktır.

Türkiye Sol’unun bu durumda olmasında büyük pay sahibi olanlar, şimdi de sürgüncülük nostaljisiyle, yeni bir sürgün arabesk kültürünün oluşmasına su taşıyan değirmen konumundalar.

Sanki “sürgünleri” Avrupa’ da zorla tutan varmış gibi ‘kendilerini sürgün ilan etmeleri ’de, ayrı bir trajedi komikliktir.

Bakıyorum sayfalarına sürgün olma psikolojisinin yazarlığını bile yapıyorlar. Sadece bu kadar değil tabiiki  ‘Sürgünler Meclisi’  bile kurmuşlar.

21.11.2013  tarihinde ‘’Sürgünler Meclisi’’ nin 1.Olağan genel kurul için davetiye bile tasarlamışlar. Adeta evcilik oyunu gibi bir sürgüncülük oyunu devam edip gidiyor.

Avrupa Sürgün Platformunun ‘Sürgün’ tarifi şöyle:

‘Sürgünlük, sosyal, politik, inançsal farklılıklar veya savaşlar ve benzeri nedenlerle ya da doğal afetlerle gerekçelendirilerek insanların doğdukları toprakları ya da yaşam alanlarını terk etmek zorunda bırakma ya da bıraktırma halidir. Kendi iradesi dışında bir dayatma olarak bu hal içinde yaşamak zorunda bırakılan kişi ise, sürgün olarak tanımlanır.’

Oysa biz yukarıda anlatmıştık ‘sürgünün nasıl olabileceğini.

Bizim ‘sürgünler’ ilticacılıkla sürgün müeyyidesini bir birine karıştırıp çorba yaparlarken sürgüncülük oyununda bu kez kendilerine görev biçmişler.

Ne diyelim kolay gelsin, demeden önce kendilerine biçtikleri görevin işlevi ‘sürgüncülük oyunu’ değil Türkiye’ye dönmek ve Türkiye de mücadeleye katılmak olmalıydı ama olmadı (!)

Bir an ezgiyi tersinden okur gibi yaparsak,  ‘Avrupa sürgünleri miz; dönen dönsün ben dön mezem yolumdan’ dercesine Avrupa yı terk etmemeye yeminli konumuna düşmüş durumdalar.

Bir devrimcinin görevi devrim yapmak ise bu doğrultuda kendi ülkesindeki mücadeleye katılmaktır. Bu güne kadar hiç birinin Türkiye ye dönme, Türkiye de mücadele verme gibi bir derdi olmayan ilticacılarımız şimdide bir paye elde etmişler gibi ‘sürgüncülüğün edebiyatçılığına’ soyunmuş durumdalar.

Kendilerine ilticacı ya da mülteci adı verirlerse bu ad tarafımızca anlaşılır bir şey, ama sürgün olma halleri, trajedi komedinin tam da kendisidir.

33 senedir Avrupa da ilticacı olanlar anıları dışında sınıf mücadelesine katkı yapacak ne gibi bir kuram geliştirmişler? Hangi bilimsel bir yapıtın altına imza atmışlar doğrusu düşündürücü.

Geçmişte kitlelere çektikleri ajitasyonu yeniden keşfedip içselleştirirlerken, bu kez kendilerine sürgün olma halinin ajitasyonunu çeker konumuna düşmüşlerdir. Bütün bunlara sarf edebileceğim tek bir kelime var. Oda şu;

Kendinizi değiştirmediğiniz sürece, size saygı duymuyorum, duymayacağım!

Ali Galip Sayılgan

 

Dip Notlar:

(*) ( Meraklıları bu adrese yönlendirebilirim: http://avrupasurgunleri.com/ozan-emekcinin-bitmeyen-surgunu/ )

 

 

Emperyalizmin yeni taktiği global paylaşım

 

Emperyalizmin ileri kara-kolluğu na soyunmak bu olsa gerek demiyoruz tam tersine bu diyoruz.
Hepimizin bildiği gibi, daha dün talan çeteleri, düzenbazlıkların en güzel şekilde tarih sahnesinde yine iş başındaydı. Irak halkının başına gelenleri ve Saddam’ın sonunun nasıl olduğuna dair gelişmeler hafızalarımızda dünkü canlılığını korurken, bir de baktık ki talan çeteleri, bu ez gözünü Libya’ya dikti.
Maalesef Libya halkının başına gelenler Iraktan farklı olmadı.
Önce suni bir muhalefet ve bu suni muhalefete her türlü lojistik yardım, daha da olmadı talan çetelerinin Nato isimli şemsiye örgütü devreye girerek karadan, denizden, havadan feci bir bombardıman derken, huzurlarımızda her emre amade kukla bir yönetim…
Talan çetelerinin dün en büyük iddia ve gerekçeleri kimyasal silah fabrikaların varlığı yalanlarıyla kendilerine müdahalede sözde meşru zeminlerini yaratmaya çalıştılar. Ne nükleer silahın ne de kimyasal silah fabrikalarının varlığı tabiiki koca bir yalandı.
Hatta bu yalanlarını ispat etmek için uydudan çekilmiş fotoğraflara kimyasal silah fabrikalarının ispatı olarak bile lanse etmeye çalıştılar.
Saddam uluslararası talan çetelerinin yalan demagojileriyle müdahale edilerek düşürüldü. Bununla da yetinilmeyerek üstüne üstlük birde Saddam Hüseyin idam bile edildi.
Talan çeteleri Irak petrol ve doğal gazıyla birlikte yer altı yer üstü bütün madenleri talan çetelerinin şirketleri tarafından kendi aralarında bir güzel pay edildi.
Irak’a dair sonuca gelince müdahale sonrası Saddam’a ait ne bir kimyasal silah fabrikalarının varlığı tespit edilebildi nede bu dalda her hangi bir çalışma.
Bütün sorun gelecek olan on ya da yirmi yılın kurgulanmasında, uygulamaya konulan yeni paylaşım stratejilerinde hayat bulan, iç içe girmiş detaylardan tutunda, talan çetelerinin yalana dayalı teorilerinin propagandalarına varana kadar, bire bir içine gömülen ayrıntılar, mevcut teorinin bütününü oluşturmada (gerçekliğin varlığı) yani teorinin can alıcı yanı dediğimiz, birbirine bağlı zincirin halkalarında saklı olmasıyla ilintilidir.
İkiz kulelerinin imhası bir dizi yalan stratejisinin üstünde şekillendirilerek yok edilerek dünya kamuoyunun gündemine nasıl sokulduğu bilinen bir gerçektir. Özel Harp Senaryosunun enternasyonal şeklidir. Yani paylaşımın satranç oyunudur.
Tarih olarak sıralamaya koymaya bile gerek duymadığımız bu gelişmeler bir birinden soyut olmayan tam tersine bir birine birebir bağlı gelişmelerdir.
İkiz Kule, Afganistan işgali, Irak, Libya derken, gündeme bomba gibi düşen, gözün gözü göremediği tozun dumanın içinde peydahlanan bir de Arap baharı…
Bir yerde emperyalizme ait enternasyonal özel harp senaryosu uygulanmışsa, bir başka ülkede gelişebilecek lehlerine gelişme bir öncekinden soyut değildir. Dünyanın mevcut pazar paylaşımı emperyalist ülkelerin birebir ilgisi dahilindedir.
Dünya ölçeğinde emperyalist sistem varlığını sürdürdüğü sürece pazar paylaşımı dediğimiz dengelerin, çıkarlarına nasıl uygun düşüyorsa, verili koşullara göre değiştirilmesiyle bu kaypak zemin hep var olacaktır.
Emperyalizm var olduğu sürece de bu türden yıkım dediğimiz savaş ve gözyaşı hep var olacaktır. Doğanın kanunu nasıl varsa buda emperyalizmin kaçınılmaz kanunudur.
Emperyalizm var oldukça savaşlar da kaçınılmaz olacaktır.
Ancak emperyalizmin dünya ölçeğindeki nihai yenilgisiyle, yıkım ve göz yaşını temsil eden pazar savaşlarının tarih sahnesinden tamamen silinmesi vs. ancak o zaman bu realite gerçek olacaktır.
Teorilerine hizmet eden stratejilerinin ilk safhası Saddam Hüseyin’in Alman emperyalizminin oyununa gelmesi, yani sonunun başlangıcı olan ilk zokayı yutmasıyla, yeni paylaşım teorisi dediğimiz dünya savaşı olmadan (global paylaşım’) ın stratejisi işte böyle uygulamaya konulmuştur.
 
Gelişmeler adeta bundan sonra şunlar olacak der gibi aleni bir şekilde talan çetelerinin teorisine uygun kurgular bir biri arkasınca uygulamaya konulmuştur.
 
Saddam Hüseyin’i Halepçe ‘de Kürtler üzerine kimyasal bomba kullanmaya ikna eden Alman emperyalizmi periyodik olarak gelişmelerin fitilini böylece ateşlemiş oldular. Ateşlenen fitille bir süre sonra devreye Amerikan emperyalizminin girmesi kaçınılmazdı ve gelişmeler bize gösterdi ki ”Global Paylaşımın” yıkımı kendilerine yansıyabilecek en ucuz savaş masrafı demekti.
 
Devrimciler ister kabul etsin isterse etmesin, ortada realite diyebileceğimiz bir gerçekliğin varlığı bize bir şekilde dayatmış durumda.
 
Üstüne üstlük bu realitede emperyalist talan çetelerinin tamamı bire bir mutabık. Emperyalistlerce mutabık olunan bir fikir olduğunu ”Global Paylaşım”ın mevcut pratiği bu bizim teorimizi doğrulamaktadır.
 
Dünya ölçeğinde belli başlı emperyalist ülkeler atom silahlarına sahip durumda. Eskisi gibi tanımlayabileceğimiz I. ve II. paylaşım savaşlarındaki gibi verimli pazarların klasik savaş yöntemleriyle şimdilik yeniden paylaşılamayacağını aksine atom savaşıyla başlayabilecek bir paylaşım savaşının kazananının olamayacağını hepimizden daha iyi bildikleri de ayrı bir gerçekliktir.
 
Kazananın almayacağı yeni paylaşım savaşı, (atom) yani nükleer bombayla söz konusu olacaksa, bu yıkım bu kaybediş, emperyalistlerin felsefesine aykırı bir paylaşım savaşı olacağına göre, (intihara ilişkin psikoloji depresif bir çılgınlığı daha henüz kendi bünyesinde taşımamaktadır) şimdilik böyle bir çılgınlıktan uzak kalmalarının tek nedeni, nükleer savaş sonrası yıkımdan kendilerini koruyabilecek bir kalkanın bilimsel olarak daha henüz keşfedilmemesinden kaynaklanmaktadır.
 
Hiç kimse merak etmesin talan çeteleri dediğimiz bu aşağılık mantalitenin sahipleri, gelecekte bilimsel olarak koruyucu bir kalkanın keşfedilmesiyle, bu kez nükleer savaş çığırtkanlığı yapmaktan geri kalmayacağı gibi, gelecekte insanlık için yıkım denilen bir şeyin umurlarında olmadıklarını (bu satırlarımızın iddiasını) bire bir uygulamaya koyarak ispat edecektir.
 
Bu stratejinin Irak ayağında Alman emperyalizminin tezgahına gelen Saddam Hüseyin, talan çetelerinin yeni teorisi olan ”Global Paylaşım”dan hak talep ettiği payını yine sürecin başlangıcı olan sattığı kimyasal bombalara borçludur.
 
Emperyalist çeteler gelinen noktada yeni ”Global Paylaşım” dan bir birini soyutlamayacak şekilde davranış içinde olmaları sanki komünizmin eşitlik teorisinden menfi anlamda etkilenmiş gibi gözükmekteler.Eşitliğin yasası doğalarına aykırı olsa da, çıkar sorunu kendilerini, kimi zaman böylesine gülünç bir ittifaka itile bilmekteler .
 
Kendi aralarında paylaşımın ”eşitliği”(!), elbette koşulların bir şekilde kendilerine dayatmasıyla ilgilidir.
 
Nükleer savaşın getireceği yıkıma karşı (kendi lehlerine uygun çözümlerin keşfedilerek geliştirilmesi) bu noktada dile getirmeye çalıştığımız öykünerek izafileştirdiğimiz emperyalistlerin göreceli eşitlikleri bir anda tersine dönüşerek, dünyanın efendisi olma yarışı, yeni versiyonlarıyla yeni bir hat safhaya girecektir.
 
Emperyalizmin özü dediğimiz egoizmin bünyesinde yeşeren köleleştirme ruhu, kendi çıkarlarına uygun bire bir doğanın katliamı vs. gibi etkenler bunun en bariz örneğidir.
 
Amerikan emperyalizminin yalancı şaklabanlarından biri olma unvanını kazanan George W.Bush müdahale öncesi Irak’a ait, iddia ettiği kimyasal silah fabrikasının sadece bir yalandan ibaret bire bir kurgu olduğunu bizzat kendisi kabullenmek zorunda kalmıştır.
 
Yalanın örgütlenerek sunulması bu uğurda kamuoyu yaratılması gibi taktik sorunlar ”Global Paylaşım”ın her zaman başvurabileceği geçerli ve revaçta olan eskimemiş bir yöntemdir.
 
Irak halkına Saddam sonrası uygulanan yıkım ve işkence binlercesini sayabileceğimiz vahşice ölümün çizelgesi ”Global Paylaşım”ın yeni savaş konseptidir.
 
Tabiiki ”Global Paylaşım”ın fütursuzluğunun nerede duracağı nerede durmayacağı eski SSCB gibi bir ülkenin karşılarında bir güç olarak dikilmesine bağlıdır.
 
Emperyalizme karşı bir gücün varlığı olarak bilinen SSCB, devrinin pili, çoktan bittiğine göre, geriye Çin gibi bir devin yeşil ışık yakmaması gibi bir tavırın ”Global Paylaşım”ın fütursuzluğunu frenleme etkisi yapabilir. Yoksa ”Global Paylaşım”ın hızı nasıl bir anda Libya halkını vurmuşsa, Libya’daki en nadide güzellik dedikleri altın elmasın talanı (Ve Kaddafi’nin elemli acı sonu) milyarlarca dünya insanının gözü önünde cereyan etmiştir.
 
II. Paylaşım savaşıyla çizilen resmi sınırlara farkındaysanız dokunulmamakta. Bu Irak talanında da bu böyle oldu, Libya talanında da bu böyle oldu. ”Global Paylaşım”ın en belirgin ortak kriteri, toprağın hiç bir koşulda ilhakına yönelme olmamasıdır. Burada paylaşılan talan edilen şey toprak değil, petrol gibi gereksinim duyulan değerli madenlerdir.
 
I. ve II Paylaşım savaşlarında toprağın ilhak edilme gibi bir cazibe yaşanmış olsa da ”Global Paylaşım” talanında bu cazibe yaşanmamaktadır.
 
”Global Paylaşım” çetelerinin kolaycı kar hırsı, toprağın paylaşılmasındaki yaşanılabilecek pürüzden daha karlı olan bir stratejinin real adı ”Global Paylaşım” dediğimiz yeni talanın aynı zamanda yeni adıdır.
 
Saddam’ın Irak’ıyla gündeme gelen ”Global Paylaşım” Kaddafi nin Libya’sıyla başarısını sürdürmüş olsa da sırada Suriye ve İran gibi ülkeler hakkında üretilebilecek yalanın teferruatında takılı kaldılar.
 
Suriye’ye insan hakları dersi verenler Türkiye’de süren insan hakları ihlallerine özenle kulaklarını tıkarlarken, utanmasalar Türkiye’yi insan haklarında bir numara ülkeler arasına sokarak kutsamaya kalkacaklar.
 
İktidara muhalif 105 gazetecinin uyduruk gerekçelerle içeriye atılmasından tutunda Kürt köylülerinin keyfiyete varacak şekilde uçaklarla katledilmelerine varana kadar (on binlere, yüz binlere varan) sabıka kayıtlarıyla ünlü bir ülke Türkiye!
 
Binlere on binlere varan gözaltında katledilerek kaybedilen insanların sayısı bin bir gece masallarını bile solda sıfır bırakacak düzeye çoktan ulaşmış durumdadır.
 
”Global Paylaşım” talan çetelerinin özellikle Suriye için üretilen katmerli yalanın daha da katmerlisi Türkiye’de yaşanırken Türkiye de yaşanan insanlık trajedisine gözler ve kulaklar özellikle tıkanmış durumdadır. Çünkü Türkiye ”Global Paylaşım” talan çetelerinin işlerini kolaylaştıran ender sayılabilecek stratejik ülkelerden bir tanesidir.
 
Aynı Saddam’ın kimyasal silah fabrikası gibi, şimdi de İran’ın, nükleer bomba yapabilme olasılığı, vs. Saddam’a müdahale gibi aynı stratejinin nüans farklılıkla pazarlanan zikzaklarını oynuyorlar.
 
Nükleer savaşa bulaşmadan ihtiyaca göre paylaşım ”Global Paylaşım”ın yeni bir taktiğidir. Bu taktiğe karşı devrimcilerin (mevcut durum karşısında) seyirci konumuna düşmesi/ düşürülmesi biliyoruz ki
 
Talan çetelerinin ağızlarının sulandığı yere ”Global Paylaşım”ın gereği musallat olması (bu uğurdaki fütursuz duruşlarını) SSCB’ nin dağılmasına borçludurlar. Aynı şekilde Dünya Sosyalist hareketinin bir yansıması olarak Türkiye’de yaşayan devrimcilerin (mevcut durum karşısında) seyirci konumuna düşmesi bir yukarıdaki gelişmeden soyut değildir.
 
Türkiye topraklarında yaşayan devrimcilerin yok denecek kadar cılız örgütlülüğü ve vurduğu yerden ses getirebilecek önderliğin bir türlü oluşamaması hem oportünist görüşlerin hem de revizyonist anlayışların hala revaçta olmasına bağlıdır. Kerameti kendinde sanan lanetli anlayış, emperyalizme karşı doğru bir kavganın önünde de ciddi bir engel olduğu gibi, iflah olmaz o lanetli kariyerizm, bünyeye yayılmış olan o iflah olmaz ölümcül kanser hastalığının ta kendisidir.
 
Çağımızın illeti nasıl kanser hastalığı ise, Türkiye solunun illeti de kendini bir bok sanan kariyerizmin ta kendisidir.
 
”Global Paylaşım” ın stratejisi el altından örgütlenen Arap baharıydı. Sorunun öyle bir propagandası yapıldı ki gören görmeyen sanki Che Guavera ‘nın ruhu milyonların içine girdiğini sanırdı.
 
Bu ayaklananların hiç birisi antiemperyalist bir ayaklanma olmadığı gibi emperyalistlerin kışkırtmasıyla hareketlenen halk seli, mevcut hanedanlara hiç bir iktidarın kalıcı olmadığının gözdağı emperyalizm tarafından bizzat verilmesinin yanı sıra, mevcut hanedanların emperyalizmle her türlü katıksız işbirliğinin kendi konumları için nasıl yarar sağlayacağını göstermiş oldu.
 
Mesela bu gösterilerin hiç biri Türkiye’nin yakınından geçmediğini göz önüne alırsak Türkiye’nin talan çeteleri dediğimiz bu emperyalistlerle nasıl sıkı fıkı işbirliği içinde olduğunun en güzel göstergesi değilmidir?
 
Dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik krizde Türkiye’den çok daha iyi durumda olan ülkelerin bile iflas bayrağını çektiği bir ortamda Türkiye’nin sanayileşmede (ciddi bir geçmişi olan ülkeler gibi) ekonomik krizi normal atlatmaya kalkması yabana atılacak bir gelişme olmadığı ciddi bir o kadar da önemli bir özellik olarak algılanmalıdır diye düşünmekteyim.
Emperyalizme bağımlılığın hat safhaya vardığı bir dönemde, Türkiye’ nin bizzat kendi tarihinde, (hiç bir zaman bu kadar) emperyalizme kişiliksiz bir tarzda bu denli bağlanmamıştır. Türkiyeli hakların gerçek kurtuluşu ”Global Paylaşım” cı talan çetelerinin adımlarını boşa çıkarmaktan geçecektir.
 
Çağımızın illetli hastalığı (devrimci anlayışın en verimli organını maalesef kanser bulaşmış durumdadır) kariyerizm yenilmeden verimli organımızın kurtulması da mümkün değildir! Emperyalizme karşı savaşın gerçek olması kadar, savaşın kazanılması da, hayalin bire bir kendisi olarak devrimci ruhumuzda at başı gidecektir.
 
27-02-2012
 
Ali Galip Sayılgan

İlericilik maskesi altında gizlenen gericilik ve Alevicilik

Bizim kuşağımızın insanlarının birçoğu devrimci düşüncelerle tanıştığı 1973–1974 ve 1975 yılları arası ve sonrası devrimci ozanlardan Ruhi Su, Rahmi Saltuk, Mahsuni vb. ozanların eserlerini adeta ezbere bilirdi.

Eserlerinde çoğu Pir Sultan Abdalın şiirlerinin sazla okunmasından ibaretti. Devrimcilik ve devrimci mücadele neredeyse adeta “kapıların açılmasıyla Şah’a gidiş” motivasyonu işlenirdi.

Oysaki kastedilen o kapılar ne kendiliğinden açıldı ne de mistik dünyanın “Şah”ına gidile verdi. Ve hala aynı türkülerle o mistik dünyanın özlemiyle yanıp tutuşanlar olsa da, onları o mistik dünyasıyla baş başa bırakmanın zamanının çoktan gelmiş olduğunu da biliyorum. Bu geç kalınmışlığın temel öğesi, devrimcilikle mistisizmin nasıl bağdaştırıldığını, dinsel temalarla devrimciliğin iç içe nasıl örtüştürüldüğünü keşfedilmemiş bir Amerika gibi orijinal olduğunu düşünüyorum.

Sol Çocukluk Hastalığımızın en büyük handikabı nın içinde yatan “Haydar” ile “Ali” ile devam eden, “Pir” lik, “Şah”lık, “Şeyh” lik terimlerinin absürtlüğü ile devrimcilik yapılmasıydı.
Gerçekten bizim ülke nev-i şahsına münasip ilginç bir ülkeydi.

Devrimcilikle bağdaşmayan bu sıfatlarda buram buram dinsel mistizm koksa da, Pir Sultan Abdal’ın yaşam ve mücadelesinde bas eğmeyiş asıl obje idi.

Bir kez obje öznelik durusundan saptırıldı mı mistizme kayması kaçınılmazdı. Nitekim de öyle oldu.

Ne olursa olsun şiirlerin içeriğinde işlenen dinsel mistizm alabildiğine fetişize edilerek “Ali” ile “Şah” ile “Şeyh” ile Salâvat getirilircesine gericiliğin bu tür den övünç kaynağı ilericilik olarak yutturulmamalıydı!

İlericilik terimi, gericiliğin karşıtı olarak algılanan yenilikçi bir misyon içermiş olsa da statükocu bir yargıya saplanan hatta o çizgiden dışarı, bir milim bile sapamayan yeniliğe kapalı kendi boyutunda gericilikle iç içe geçmiş marjinalliğin ta kendisidir.

Tutuculuğun kendi öznesinde marjinal öğeler taşır ve bu bağlamda da kendine taraftar bulmada, kendi yapısal özelliğinin belki de başka bir boyutudur gericilik.

Her ne kadarda bilinçaltlarında kendilerince Müslümanlığın katı kurallarına karşı çıkış yöntemiyle Sünni anlayıştan nasıl ayrı olduklarını, mesela (Namazda, Oruç da, Hac gibi) benzeri ibadet anlayışlarında, aynı çizgiyi benimsemeyerek kendi inanışlarına göre ibadet şekli geliştirmeleri de anlaşılır bir şeydir. Elbette bu noktaya kadar olan sürecin anlaşılması yanılsamada empoze edilen ilericilikle alakalarının olmadığı tam tersine kendi gericilikleriyle yatar kalkar oldukları da bir gerçekliktir. Deyim yerindeyse kendi seçimleridir.

İçinde bulunduğumuz 20. yy. bile sabahtan akşama kadar Şah’dan Pir’den, Ali’den bahsederlerken, kafalarını Ehlibeytlikle bozan bu anlayışın bu dinin temsilcileri yeri geldiğinde de ilericiliği savunurlarken kendi kişiliklerinde paradoksun kaba başlıklarını taşımakla ünlüdürler!

Hemen konuyu atlamadan açmakta fayda var; devrimcilikle, ilericilikle ilgisi ve iddiası olmayan Tanrısına ve Ali’sine gönül vermiş bu dinsel motivasyonunu gönül bağı olarak adlandıran halka tabiiki bir sözümüz yok olamazda. Bizim sözümüz ilericilik devrimcilik maskesini takıp din objesinin metafiziğinden parsa toplayanlar içindir.

Paradoksun temel başlıklarına gelince: Arap dininin kurucularından olan Muhammet’i Hak Peygamber olarak kabul etmelerine karşın, kabul ettikleri Peygamberin ve daha da ötesi Kuranın temel istemlerinde;

a) Kuran’da namazın biçimi yoktur… Nasıl kılınacağı tarif edilmemiştir.

b) Kuran’da, namazın beş vakit kılınacağına ilişkin bilgi de yoktur


Tarzlı, farklı, bir çizgiyi benimsiyor olsalar da Muhammet’inde, Alinin de namaz kılarak ibadet ettikleri kendilerince bilinmesine karşın, pragmatist davranılarak Ali ye ait olmayan bir inanç silsilesiyle yüz tüze kalmışlardır. 

Geliştirdikleri kendi inançları doğrultusunda farklı bir yol izlenerek namaz ve oruç gibi v.b. şeyleri Sünni anlayışına göre, aynı yolu izlemedikleri kendi coğrafyamızda bildiğimiz şeylerdir.

Bu tepkiselliğin boyutları Sünni olarak tanımladıkları kesime karşı olsa da, Alinin Cami de namaz kılarken arkadan hançerlenerek öldürülmesi olayına kadar ortada ne Alevilik nede Sünnilik gibi bir ayrımcılığın var olmadığı da bir gerçektir.

Aliyi göklerden indirmeyerek kendilerine rehber alan bu bağnaz gericilik, işin tuhaf tarafı, sağlığında Alinin beş vakit namaz kıldığını görmemezlikten gelirler!

Peki, bu nasıl Alinin yolu anlaşılır gibi değil! Ali kendi yolunda namaz kılarak ibadetini sürdüren kimseydi.

Ali hiçbir koşulda şunları dememiştir:  ‘a) Kuran’da namazın biçimi yoktur… Nasıl kılınacağı tarif edilmemiştir,
b) Kuran’da, namazın beş vakit kılınacağına ilişkin bilgi de yoktur’
diyerek tavır alışı da, (hiçbir koşulda ) söz konusu olmamıştır…

Bizim bu noktadaki yaklaşımımız namazın neden kılınmadığı, nede orucun Sünni kesim gibi tutulmadığı kesinlikle değildir.

Sadece paradoksun ayak sesleri olan garip ve tuhaf davranışların iz düşümü olan ilericilik vasfıyla gizlenen bu gericiliğin açığa çıkarılmasıdır hepsi bu.

Bize göre saçmalığın da ötesinde yalanın ta kendisi olan dinlerin ilerici statüsünde pazarlanması olsa olsa, Türkiye’ye hastır. Bu ‘has’ orijinal devrimcilerin, birazcık olsa düşünen insanı bile nutkunu durduracak şok edici bilgiçlikleriyle (!) ilintilidir.

Elbette bu nokta da Müslümanlık dinsel açıdan nasıl bir inanç ise, Alevilik diye adlandırılan Alevicilik de, kendi içinde kendi prensipleri doğrultusun da inanç sistemidir. Toplulukların ya da bireylerin neye nasıl inanacağı neden inandığı bizi ilgilendiren bir konu olmasa da, bizi ilgilendiren asıl konu mistizmle, dinle, bireylerin beyni yıkanarak, bireyin özgür geleceğine gericilik şiarıyla sekte vurmasıdır.

Bu nokta da bizlere düşen asıl can alıcı görev dinin ve mistizmin her türlü etkisine karşı eleştiri dozumuzu yükseltmektir. Bilimle bağdaşmayan saçmalıklar dizisi olan dinlerin her türlüsü özgür bireyin önünde özgürlük yetisini elinden alarak onu bilinçaltı korkularıyla dolu bir hayata hapseder!

Cehennem, Cennet, Muhammet, Pir, Ali, Şah, Tanrı, v.b. terimleriyle her derde deva misali muğlâk anlatımlarıyla ünlü ünsüz mesajlarıyla, bir ceza üçgeninde korkunun örgütlenmesiyle hâkimiyet sağlayan bir araçtır din.

Mesela tuhaf bir Aforizmayı andıran Alevi inanışının paradoks slogan özelliğini taşıyan; ‘Benim Kâbem İnsandır!’ mesajına gelince:

Elbette ki bu dizeler Hacı Bektaşi Veli’ye ait dizelerdir.

(Şimdide bu dizelerin tam metnine bakalım)

Benim Kâbem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır

Benim Kâbem sevidir
Kuran da kurtaran da
Sevili insanlardır

Benim Kâbem emektir
Kuran da kurtaran da
Emekçi insanlardır

Benim Kâbem dünyadır
Kuran da kurtaran da
Dünyayı insanlardır

Ellerin Kâbesi var
Benim Kâbem insandır
Kuran da kurtaran da
İnsanoğlu insandır

Ellerin Kâbesi var
Benim Kâbem sevidir
Kuran da kurtaran da
Sevili insanlardır

Ellerin Kâbesi var
Benim Kâbem emektir
Kuran da kurtaran da

(Hacı Bektaşi Veli)

Alevilik inanışında sloganlaşan ve belli bir mesaj vermeyi hedefleyen kısa ve net bazı aforizmalar vardır. Bunlardan bir tanesi de sıkça Hacı Bektaşi Velinin dizelerinden biri olan ve dillerine doladıkları ve inanışlarının kendi metabolizmasında çelişki taşıyan örtük mesaj şekli ‘Benim Kâbem İnsandır!’ sloganıdır.

İlk görünüşte Müslümanlığın olmazsa olmazı sayılan hatta; Kâbenin ziyareti farz sayılan, Kâbeye karşı, alternatif bir karşı çıkış gibi gözükse de, bu alt başlıklar altında kendi içindeki muammalar aralandıkça insana verilen değer Kâbe kutsallığının çarpıcı örneğiyle ön plana çıkarılmak istenmektedir.

Kâbe’nin ziyaretinin farz kılınması bizzat Muhammet’in onayından geçtiğine göre, burada peygamberin istemlerine uygun itaatsizlik söz konusu değil midir? Gerek Muhammet olsun gerekse Ali olsun, hiçbir koşulda kutsal ilan ettikleri Kâbelerinin yerine insanı koymamışlardır!

Elbette Hacı Bektaşi Velinin dizelerindeki verilen mesaj çok açık ‘ellerden’ kast ettiği bir tapınma aracı gibi, Kâbeyi tavafa giden Sünni kesimedir bu eleştirisel söylemleri. Ve ‘Benim Kâbem emektir, Kuran da kurtaran da!’ derken emeği ve insanı yüceltir.

Elbette ki eleştirisine bir şey demiyorum diyemem de.

Gerek Hacı Bektaşi Veli olsun, gerekse diğer Alevi kuramcıları olsun, nedense hep bana göre kendi içlerinde her zaman iflah olmaz bir çelişkiyi taşımışlardır.

Eleştirmek elbette ki güzel bir şeydir ama eleştirirken de eleştirdiğin Kurana da Muhammet’e de, Ali’ye de gerekli eleştirilerini yapmalısın!

Ya bunu böyle yapacaksın Kuranı hak kitap olarak, Muhammet’i de hak Peygamber olarak, Aliyi de Allahın Aslanı Muhammet’in sağ kolu olarak görmeyip, eleştirilerinde radikal bir karşı koyuşu taşımış olsaydı, elbette ki bu noktada, sarf edilen argümanları anlayabilirdim.

Eğer bunları bu şekilde görmeyip dinin birinci derece deki temsilcilerinin söylemlerine, istemlerine uygun kabullenme, bir o kadar da benimseme gibi, temelde aykırı olmayan argümanlar geliştirildi mi, sadece nüans farklılıklarda ayrımın detaylarındaki kopartılan gürültü, kendi bütünselliğinin içinde, iflah olmaz antagonizmanın ta kendisinden başkaca da bir şey değildir.

O HALDE BU KARIŞIKLIK NEYİN NESİDİR?

İnanç ve İnsan + İnancın sembolü Kâbe + Yine İnsan! = İçeriği boş bir öykünme.

Çünkü Kâbe Müslümanlık dininde aynı zamanda temel alınması gereken bir kıbledir. Dinin harmonisinde insan Kâbe olamayacağı gibi, kıble misyonunu hiçbir koşulda üstünde taşıyamaz.

Bu formüle göre öğretinin temel taşları insana verilen değerin Kâbeyle boy ölçüştürülme gibi bir asal aforizmadır… Ama asla, asal aforizmanın iddiasına göre insana verilen değer sadece ajitatif slogandan öteye gitmemiştir! Çünkü Kâbe her yıl milyonlarca insan tarafından değerli ve kutsal görüldüğü için ziyaret edilmiştir ve de edilmektedir. Diğer bir deyişle Arap yayılmacılığının gönüllere vurulan şırıngasıdır.

Oysa insana yüklenen bu vasıfta böyle bir özellik yoktur. Sadece, görünüşte keskin, bir o kadarda o keskinliğin içinde felsefi bir derinlik varmış gibi gözükse de, kendi içinde absürtlüğün bir ürünü olan tipik bir aforizmanın ta kendisidir. Kutsal görülen insanlar kutsal görüldüğü için, insanlar tarafından bir Kâbe gibi, (sembolik açıdan bile olsa) hiç bir koşulda ziyaret edilmemişlerdir!

BİR BAŞKA KONUNUN DAHA BAŞKA AYRINTISINA GELİNCE:

‘Hz. Muhammed bütün bu müşriklerin, putperestlerin çıkardığı sorunlar ve engellerle mücadelede en büyük yardımı Hz. Ali’den görüyordu. Hz. Ali Peygamberin yanında eşitim almış, İslamiyet’i ilk kabul etmiş ve ayni zamanda Peygamberin kızı Hz. Fatma ile evlenerek Peygamberin soyunun sürdürücüsü olmuştu. Hz. Ali Kuran’da geçen ve onlarca hadiste geçen ehlibeyt’tendir.’

‘… Anlam olarak Ehlibeyt Hz. Muhammed’in ailesi demektir’

(www.aschaffenburg-abkm.com ’dan  yaptığımız bu alıntıya bakalım

‘Kerbela olayı nasıl gelişti’ başlıklı yazıdan alıntı)

Yeri geldi mi kitabımız Kuran, Peygamberimiz Muhammet, Aliyi Halife göreceksin, Ali’ye Allahın aslanı sıfatını kullanacaksın, yeri geldi mi de bu öğretinin mimarı olan Peygamberin istemlerine kulak tıkayacaksın, elbette bu derin çelişkiyi bizler bu türden din Cemâtın takipçilerine bırakıyoruz.

Bu noktadaki eleştirilerimiz elbette ki Alevilerin neden namaz kılmadığı neden Haca gitmedikleri vs. ipe sapa gelmez bir tarzda bir Sünni ağzıyla sorgulama elbette ki hiç değil.

Burada söz konusu edilmek istenen dinden kaynaklanan ağır bir paradoksun açığa çıkarılmasıdır.

Bizim bu noktada karşı çıkışımız din’in uyuşturucu yetisi olan, bilinmezliğin korku dolu terörünü, ilericiliğe/devrimciliğe atıf yapılarak, Pir’lerle, İmamlarla, Şahlarla devrimcilikle özdeşleştirilmesidir!

Arap’a dair din eksenli imamlarını, pirlerini, şahlarını meğerse ne de severlermiş böyle. (*)  

Sonuçta Sünni kesimde tarikatlar kanalıyla Allahın yolunda gericiliğin felsefesini yaparak örgütlenirken, (Alevi kesimde buna paralel) İmamların, Pirlerin, Şahların kısacası bir yığın hurafelerin iz düşümü olan bu dinsel etik, ister Sünni olsun, ister Alevi olsun, isterse Ortodoks, isterse Budist olsun, bireyin özgür gelişiminde önemli yer tutan bilinç altına şırınga ettikleri afyonuyla, gelişime açık körpe her özgür bireye, gericiliği aşılarlar.

Sonuçta bireyin yaşamında önemli yer tutan siyamlı ikizler gibi; ölünceye kadar beraberinde taşınan din, kendi başına hurafelerin örgütlenmesinden başka bir şey değildir.

Hiç bir bilimsel yanı olmayan, bilimin nesnel koşullarına tamamen aykırı olan dinin kendi içinde taşıdığı argümanlarının en belirgin özelliği ise, bireyin psikolojisine korkunun pompalanmasıdır.

Önce korkunun detayları söz konusudur ve bu detayların içeriğinde gizlenen yoktan var eden kısacası ne i-düğü belirsiz (soyut bir kavramın iz düşümü olan) yaratıcının, ölümden sonra nasıl cezalandıracağının psikolojide örgütlenme şeklidir.

Din ’de yaratan yaratıcı hep cezalandırmak için vardır. Kafayı insanlara takmış psikolojisi bozuk psikopat birisidir. Görünüşe göre insanların iyiliğine uğraşısı yoktur. İnanışa göre insanlar için verdiği nimetleri insanların başına kakıç yapmaktadır. Bunun karşılığında insanlardan hep bir şey istemektedir.

Devasa bir gücün sahibi sıradan aciz insanların kendisine yakarılmasına ihtiyacının olmadığını bilmesi gerekir. Ama psikolojisi bozuk bu psikopat yaratıcı Cehennem ’de insanları kavurmakla, eza vermekle tehdit eder.

Bu gelişme dinlerin çıkar çevrelerce icadı dediğimiz uyanıkların sömürüdür. Rant peşinde koşan birey kendisine peygamber toplumsal koşulları gözleyerek en uygun ortamda sinsi planını uygulamaya koyar.  İnsanlık tarihinde bu böyle olmuştur. Bütün dinler kendi içinde masalımsı komiklikler taşır. Dinler bir önceki dini bozulmakla suçlayarak bir önceki halefi sinden kopya çeker.

Bu hegomanya da ayrımcılık, düşmanlık, savaşlar yaratır. Uydurdukları Tanrı, bu gelişmeleri insanlık dramı olan vahşice katliamları gözü kapalı seyreder. Çünkü uyduruk Tanrı acizdir, bir o kadarda güçsüzdür insanlık dramı olan vahşice katliamları engellemeye hiçbir zaman gücü yetmez.

Bu doğrultuda gelişmeye açık özgür bir birey bir kez korkutuldu mu, psikolojisindeki teslimiyet, otomatikman içselleştirmeyi doğurur. Psikolojinin teslimiyeti genelde Ebeveynlerden çocuklara aşılanır. Dine dair afyon adeta bir nevi virüs gibi bulaşır. Sonuçta Tanrı denilen soyut kavramın varlığı ‘günahla’ içselleşerek sorgulanamaz kılınır.

İLERİCİLİK MASKESİ ALTINDA GİZLENEN ASLİ GERİCİLİK

İlericilik terimi, gericiliğin karşıtı olarak algılanan misyon içermiş olsa da statükocu bir yargıya saplanan hatta o çizgiden dışarı, bir milim bile sapamayan yeniliğe kapalı kendi boyutunda marjinal lığın ta kendisidir gericilik. Tutuculuğun kendi öznesinde marjinal öğeler taşır ve bu bağlamda da kendine taraftar bulmada kendi yapısal özelliğinin belki de başka bir boyutudur gericilik.

Dinlerin kendi öğretilerinin ana temelinde; esnekliğe, geliştirilmeye, değiştirilmeye kapalı olmasının mutlak ögesini taşır. Değişime kapalı yerinde saymacılık dediğimiz doğmaların üstünde gericileşen hukuku filiz verir.

 Skolastik düşünce kendi içinde dar düşünce biçimiyle sınırlandırılmış düşünce olarak algılansa da algının yansıması olarak kendi sürecinin başlangıcından gelişim düzeyini betimler desek eksik olmayacaktır.

İşte bu yüzdendir ki bilinen bir düşüncenin dışında hiçbir düşünceye hayat hakkı tanımamadır. Olaylara ak ve kara mantığı temelinde bakmadır. Arada bulunan tali ve diğer renkli tonları görmemezlikten gelmedir.

Doğruların, güzelliklerin sadece kendi ağzından çıkmasına tahammül gösterip, kendi öğretisi dışında bulunan başka fikirlere seslerini yaşam hakkı tanımamasıyla ünlüdür. Bencilliğin, egoistliğin ve tahammülsüzlüğün düşünceye yansımış şeklidir skolastizmin öğretisinde yatar.

Yasakçı düşünce de diyeceğimiz bu düşünce akımı genelde cehaletin hâkim olduğu yerlerde yer bulsa da, bazen ilmi inayetin doruklara ulaştığı yerlerde de ortam bulur. Skolastik düşüncenin ağır bastığı din motivasyonlarında gericiliğin kendisi ile karşılaştığımızda bu bizi şaşırtmamalıdır.

Tanrının icadıyla başlayan mutlaklaştırılmış emir motivasyonu Skolastizmin prensipleriyle örgütlenir. Din’in gericiliği tam da bu noktada başlar.

ALEVİLERİN ALEVİCİLİĞİNDEKİ GERİCİLİK  

Diğer komşu ülkelerde yaşayan Alevilerin toplum içindeki statülerini bilemem ama Türkiye topraklarında yaşayan Alevilerin önemli çoğunluğu kendilerini ilericilik statüsü içinde olduklarını düşünürler. Bu bir bakıma da doğrudur ama bu sadece izafi bir kavramdır.

Bu doğrultuda da demokrat ve devrimci düşünceye daha yatkın bir seyir izlemişlerdir. Şüphesiz bunda 16.yy Osmanlı toplum düzeninde yaşamış Pir Sultan Abdal (Haydar) isimli halk şairinin yaşamı ve mücadelesi önemli bir yer tutmuştur.

16.yy Osmanlı toplum yapısına kabaca baktığımızda ilk gözümüze çarpacak olan şunlardır.

16. yy.da, Osmanlı İmparatorluğunun kırsal kesimde yaşayan köylülere adeta göz açtırmayacak kadar ağır olan halkı neredeyse sefalete sürükleyebilecek kadar bıktırıcı vergi koşullarının dayatıldığı bir dönemdir bu dönem. Baskıya otoriteye karşı dizeleriyle çıkış yolu aramaya çalışan Pir Sultan Abdal, diğer bir tarafta da sarayın surları içine kapandıkça kapanan, kırsal kesimdeki köylünün halinden hiçbir şekilde haberi olmayan bir Osmanlı Sultanı

Osmanlı toplumunun hegomanyası altında bulunan hiyaraşik özelliğine baktığımız da Osmanlı toplumun sosyal dokusu, egemenlik altına alınan toprakların doğal ve özgül koşullarına göre değişiklik gösteriyor olduğunu hemen göreceğimizde ayrı bir gerçekliktir.

Birbirinden çok farklı, çeşitli uluslara ait ulusal azınlıkları temsil eden ulus ve milliyetler bazen yalın, bazen de karmaşık olarak (kimi bölgelerde de iç içe girmiş bir tarzda) yan yana yaşadığı görülüyordu.

Toprak ağası gibi derebeylik statüsüne benzeyen statünün hâkimiyeti ister istemez mülke sahip olamayan feodaliteyi temsil eden köylülük, aynı zamanda ilkel bir aşiret yaşantısının yanında, toprak köleliğine dayanan derebeylik vs. tanımlanan statü, Osmanlı toplum ara yüzünde ise toprak ağası statüsüne tekabül etmeleriyle ünlüdürler. Sonuçta ha toprak ağası ha derebeylik içerik olarak elbette ki bizler için işlevlerinin aynısı olması önemlidir.

Osmanlı tarafından ele geçirilen bazı bölgelerde ise bazı derebeylerin / toprak ağalarının mülkiyet hakları aynen korunmuştur. Osmanlılarda Beyrut, Suriye, Halep, Bağdat, Basra, Hicaz, Yemen vilayetleri gibi bazı Kürt Beylikleri, Rumeli’de Bosna-Hersek, Eflak, Boğdan, bölgeleri vs. Osmanlı toprak sisteminin dışında bırakılmıştı.

Burada toprakla birlikte köylü, aşiret reislerinin ( şeyhlerinin,) derebeylerinin, feodallerin öz malıydı. Hatta Bizans ve Trabzon İmparatorlukları Osmanlı imparatorluğunun statüsünde yaşamlarını sürdürürken, buralarda da toprak köleliğine dayalı sıkı bir feodalizm egemendi.

Anadolu haricinde kalan bu bölgelerde ağır bir feodalist üretim ilişkileri hüküm sürerken, Orta Anadolu dediğimiz Pir Sultan Abdalın yaşadığı bölgede de durumun farklı olabileceğini düşünmek herhalde iyimserliğin ta kendisi olurdu.

Osmanlı İmparatorluğunda Osmanlı Sultanının mülkün ve yönetimin tek sahibi olduğu siyasal açıdan gerçek olsa da yaşamın öznel pratiğinde elbette ki uygulamalar başkaydı.

İmparatorluğun yönetiminde yer alan büyük devlet memurları, vezirler yani feodal eşraf ve Osmanlı Devletinin aristokrat zümresi, Osmanlı Sultanı adına devleti idare ediyordu. Elbette ki köylülüğün boynuna boyunduruk gibi vurulan ağır vergi sistemi yoksul köylüleri daha da bir yoksulluğa sürüklemekteydi.

Osmanlı Devleti de süre gelen bu hiyaraşik yapı toprağa bağımlı feodal bir düzenin özelliği olan toprak ağalarının o dönemde çeşitli zümrelere hitap eden eşrafların asıl çıkarını koruyan ve siyasal açıdan bir sistemin ta kendisidir Osmanlı toplum düzeni. Dinin toplum içindeki yeri elbette ki tartışılmaz bir gerçekliktir.

Padişah sadrazam şeyhülislam arasında her zaman sıkı bir organik ilişki içinde olmuşlardır. Padişahın fermanları, sadrazamın hükümleri ve şeyhülislamın fetvaları neredeyse birbirini tamamlar nitelikteydi.

Toprağa bağlı çalışan köylüleri zapt-ı rapt altına alan bu yasal düzenlemeler bu hiyaraşinin ürünüydü. Her zaman Kanunname-i Cedit gibi kanunnamelerle feodalizmin sürdürülmesinde dinle birlikte o ünlü sömürü yasalarının her defasında hâkimiyeti sağlanmıştır.

Osmanlı toplum düzeninde toplanan bu gelirin önemli bir bölümünün üzerine de sipahilerle üst düzey yöneticileri oturuyordu. Ama koskoca bir halk kitlesi yokluk ve yoksulluk içinde kıvranıyordu. Üretimde yük genellikle bu yoksul insanların sırtındayken, hiçbir zaman bu kesimin ürettiği kendi cebine girmiyordu. Pastadan pay alabilme yarışını kaybeden hep çalışan kesimin kendisi oluyordu. Emekçi kesim doğası gereği üretim araç ve gereçlerinin hiç bir zaman gerçek sahibi değildi.

16.yüzyılın ikinci yarısı, başka eyaletlerin yanı sıra Rum Eyaleti(Sivas, Tokat, Amasya, Malatya, Boz ok) için de, geniş çiftçi ve göçer hayvancı tabakalarının tam bir sefalete düştüğü, reaya-memur anlaşmazlıklarının doruk noktasına vardığı bir dönemdir. Halk arasında küçük ayaklanmalar da gözlenmiştir.

Köylüler içinde bulundukları çaresizliklerini şu dörtlükle dile getirmişlerdir:

Çıksam dağa ayısı var, kurdu var
Düze insem sıtması var, derdi var
Köye gitsem tahsildarın derdi var
Şaştım ağam bu salgının elinden.

İşte köylülerin içinde bulunduğu bu çaresizliğini anlatan bu dörtlükten de anlaşılacağı gibi gene derdini anlatmak için kendisine yakın gördüğü yine kendisini acımasızca sömüren Ağanın ta kendisinden de başkası değildir. Çünkü zaptiyelerden, tahsildarlardan ağalarını daha yakın gördükleri içindir. Asıl kan emici yarasanın da elbette ki ta kendisidir!

Kırsal bölgenin emekçileri olan bilinçsiz köylüler kendilerine bela olan bu salgından kurtulmanın yollarını ararlarken kimisi de bunu bir alınyazısı ve kader sayıp boyun eğmeyi seçmek zorunda kalmıştı. Kimisi de feodal toplum düzeninin temsilcileri olan zaptiyelere ve tahsildarlara karşı cılızda olsa direniyordu.

İşte böyle bir dönemde yaşayan asıl adı Haydar olarak bilinen Pir Sultan abdal 16. y.y. Osmanlı Toplum düzeninde kendisini yetiştirdiği mistisizme dayalı şiirleriyle ‘şah’ ve ‘mehdi’‘Ali’ kavramlarıyla haklıları haksızlardan kurtarmak için -Bu kurtarmayı da yine anlayışının ürünü olan Şahlara, Pirlere bağlayan hedefinin anlamsızlığıyla ünlüdür! –Kısacası mistizme bel bağlayan dini ön plana çıkaran kozmopolit bir önermenin ürünüdür Pir Sultan Abdal.

Kocabaşlı koca kadı
Sende hiç din iman var mı?
Haramı helali yedi
Sen de hiç din iman var mı?
Pir Sultanım, zatlarımız
Gerçektir şöhretlerimiz
Haram yemez itlerimiz
Bu sözümde yalan var mı?


Burada dince yasaklanan haramın yerilmesiyle vicdansızlığın kendi denkleminde dinin imanla sorgulanmasını dile getirir Pir Sultan Abdal.
Pir Sultanın anlayışına göre “Şah” güzel günleri getirecek olan Tanrının ta kendisidir! Pir Sultan mücadelesini sürdürürken inandığı dinsel etiğe bel bağlamıştır. O dönemin Osmanlı Müftüsü ve dönemin Hızır Paşası “Şah” adının anılmasını yasaklar. Ancak Pir Sultan inandığı dinsel etiği gereği bu yasağa boyun eğmez.

Padişah katlime ferman dilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan
Cellâtlar karşımda satır bilese
Yine geçmem ala gözlü şahımdan


Pir Sultan Abdal içinde ki mistik devrimi tamamlamış olsa da yaşadığı mistik devrimin inancına göre söylemlerinden vaz geçmediğini dizeleriyle ilan ederken, Şaha dair övgülerini hiçbir koşulda dile getirmeden duramaz.

Kadılar, müftüler fetva yazarsa
İşte kement, işte boynum, asarsa
İşte hançer, işte kellem, keserse
Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan.


Hemen hemen bütün dizelerin bütünselliğinden anlaşılacağı gibi dinsel karşı çıkış dinsel yergi hemen hepsinde bir şekilde hissettirilir bir şekilde kendini gösterir.

Yürü bire Hızır Paşa
Senin de çarkın kırılır
Güvendiğin padişahın
O da bir gün devrilir.
Şahı sevmek suç mu bana?
Kem bildirdin beni Hana
Can için yalvarmam sana
Şeyhin şah bana darılır


Sonuçta Yakalanan Pir Sultan Abdal, Hızır Paşa tarafından zindana attırılır. Söylediklerinden ve yaptıklarından pişman olmasını isterler ve şiirlerinde “Şah” kelimesini kullanmamasını yoksa asılacağını bildirmelerine karşın Pir Sultan inandığı dinsel mistizmden taviz vermeyerek asılmayı yeğler.

Hızır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar şaha gidelim
Siyaset günleri gelip çatmadan
Açılın kapılar Şaha gidelim.
Karşıda görünen ne güzel yayla
Bir dem süremedim giderim böyle
Ala gözlü pirim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan Şaha giderim.
Pir Sultan Abdalım dünya durulmaz
Gitti giden ömür, geri dönülmez
Gözlerim de Şah yolundan ayrılmaz
Ben de bu yayladan Şaha giderim.

Hızır Paşa tarafından asılarak darağacında yaşamını yitirmesi şüphesiz Pir Sultan Abdalı, aşırı sömürüye karşı bir başkaldırı özelliğini dinsel mistizmle kendi kendine örtmesini değil de, devrimcileri daha çok sömürüye karşı bir başkaldırış özelliği ilgilendirmiştir.

Ama gelinen noktada bu yan atlanarak Pir Sultan Abdalın mücadelesi Şahlarla, Pirlerle, Erenlerle anılır olmuştur! Pir Sultan Abdalla başlayan bu karıştırma, bir anda devrimcilikle anılır olduğu gibi Aleviciliğinde devrimcilikle at başı giden vaz geçilmez modeliymiş gibi anılmasına neden olunmuştur. 

Kendi içinde gerici bir prosedür olan Aleviciliğin devrimci bir anlayışa indirgenmesi bu durum bir bakıma, ileriyi göremeyecek kadar miyop gözlü Zürafaların bakış algısına benzer. Yakınında gördüğü yeşilliği, uzakta var olan ağaç dallarının da  yeşil algısında görmesiyle ilintilidir. 

Her türlü hurafelerle koyun koyuna yaşayan bilinmeyen bir Tanrının bilinmesi gibi mucit icatlara bile taş çıkartan ve bu söylemlerle yola çıkıp hedef şaşırtan dinin ürettiği her türlü yobazlığa karşı, her türlü gericiliğine karşı savaşmanın ayrışmanın zamanı çoktan gelip de geçtiğini düşünüyorum.

Aleviciliğin sanıldığı gibi ilericilik maskesinden çıkarılmasını kendi içindeki o tutucu gericiliğiyle birlikte ve bir türlü açılmayan ısrarla açılmasını bekledikleri kapılarında, Pirleriyle, Şeyhleriyle, Erenleriyle birlikte semahlarında özledikleri Şahlarına kavuşmasını, bize göre hurafe sayılan bu türden absürtlükleri, devrimciliğe mal etmemelerini, inançlarıyla devrimciliklerini, bir birlerine, hiçbir koşulda karıştırmamalarını ümit ediyorum.

Ali Galip Sayılgan

20-Eylül-2009

 

DİP NOT

Bir Alevi Duası

(*) Allah Allah! Akşamlar hayır ola,

Hayırlar feth ola şerler defola, hizmetleriniz kabul ola.

Muratlarınız hâsıl ola.

Hazır, gaip, zahir batın ayini Cem erenlerinin nur cemallerine aşk ola.

On sekiz bin âlemle mümin, Müslim cümle kardeşlerimizi Muhammed- Ali gülbankından mahrum eylemeye.

Allah cümlemizi didarı ehlibeyte meşrebi hüseyine nail eyleye Muhammet el Mustafa, Aliyyel Murtaza, Cebrail Musaffa, Gözcü Er Mustafa, Gulam Kamber, Çer ağcı Cabir Ensar, Selmani Farisi, Bilal Habeşi, Kurbancı Mahmut Ensari, Gulam Kisani, Semahcı Abuzer Gaffari, Fatımatül Zehra, Amırı Eyyar ve İznikci, Hüzeymenin hüsnü himmetleri üzerinizde ola.

Saklaya bekleye dil bizden nefes Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli den ola Vaktin imamı Veli yettin Efendimizin defterine kayıt ola gerçek erenler demine hu!

Mümine Ya!

Hayırlar feth ola şerler defola, hizmetleriniz kabul ola.

Muratlarınız hâsıl ola.

Hazır, gaip, zahir batın ayini Cem erenlerinin nur cemallerine aşk ola.

On sekiz bin âlemle mümin, Müslim cümle kardeşlerimizi Muhammed- Ali gülbankından mahrum eylemeye.

Allah cümlemizi didarı ehlibeyte meşrebi hüseyine nail eyleye Muhammet el Mustafa, Aliyyel Murtaza, Cebrail Musaffa, Gözcü Er Mustafa, Gulam Kamber, Çer ağcı Cabir Ensar, Selmani Farisi, Bilal Habeşi, Kurbancı Mahmut Ensari, Gulam Kisani, Semahcı Abuzer Gaffari, Fatımatül Zehra, Amırı Eyyar ve İznikci, Hüzeymenin hüsnü himmetleri üzerinizde ola.

Saklaya bekleye dil bizden nefes Pirimiz Hünkâr Hacı Bektaş Veli den ola Vaktin imamı Veli yettin Efendimizin defterine kayıt ola gerçek erenler demine hu!

Mümine Ya!