Toplumsal açıdan koyunluk metodolojisine dahil olan her şahıs adeta ağız birliği yapmışcasına bu darbe girişimini Fetö’nün planladığı konusunda sarayla birlikte hareket ediyor. Farkında olup yada olmadan sarayla işbirliği yapıyor. Toplumsal koyunluk metodolojisine dahil olan her şahıs aynı zamanda sarayın bilmeden işbirlikçisidir.
Buna liberalinden tutunda, sözde sol aydınlara varana kadar, ana muhalefet partisi CHP’de buna dahildir. Hatırlanacağı gibi Yeni Kapı Mutabakatı (ruhu için) koştura koştura Yeni Kapı’ya giden CHP hatıralarda kötü bir iz bıraktı. CHP davranışlarıyla saray işbirlikçiliğine hizmet etmekte tereddüt etmediğini bir filim şeridi gibi kare kare izledik.
Gerek hükumetin, gerekse bakanlıkların pek kıymet-i harbiyesinin okunmadığı bir süreci yaşıyoruz. Saraydaki zat’ın ağzına bakarak laf söyleme ve bizzat izniyle iş yapan bu kurumlar, sarayın estirdiği teröre yandaş kalemlerce linç kampanyası katılmasıyla (hiç kimse) sarayı karşısına almayı cesaret edemeyecek duruma geldikleri gibi, bıkmadan usanmadan bire bir sarayın ağzıyla mevcut darbe girişimini değerlendirmektedirler.
Zaten başka türlü değerlendirebilselerdi şaşırırdık…
‘Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur’ misali gibi, 2018’de de bir çok şeyler mevcut oturmuş yapıyla birlikte aynı kalacakmış gibi gözüksede 2018 çok şeylere gebe olacağı aşikardır.
Adam resmen eski ilişkilerini kullanıp (örtülü ödenekle ödemesini yaparak satın aldığı) Fetöcü kadrolara darbe girişimi sahnelemesine karşın, üstelikte bu yönde kralın çıplak olduğunu herkes görmesine karşın, herkes aynı teraneyi okuması Türkiye’nin geldiği noktanın belkide en dibidir. Basiretsizlik, yağcılık, kumpasçılık, hırsızlık, kapı kulculuğu bu ülkede diz boyu…
Bir kez daha söylemek gerekirse: CHP ‘sinden aydın geçinen zevatların hemen hemen tümü sarayla ağız birliği yapmışcasına bu darbeyi Fetö’nün yaptığı konusunda darbeci iktidarla ağız birliği içine girmişlerdirler.
Bu durumu bire bir darbe kalkışmasının yaşandığı saatlerde canlı canlı yazmış olmama karşın darbe girişimini Tayyip Erdoğan ve şürekası örgütlediğini net bir şekilde belirtmiştim.
Aradan bunca zaman geçti darbe girişimini bile parlamentoda araştıracak her türlü girişimi ret eden AKP ‘li darbeci / kumpasçı milletvekilleri, kurdukları çoğunluk çeteciliğiyle kendilerini koruyan KHK’ler aracılığıyla hukukun cenaze namazının kılınmasına neden olunmuştur.
Merkezi olarak darbe kalkışmasını kesinlikle Fetö yaptırmamıştır. AKP erken davranıp bu darbeyi kendisi yapmamış olsaydı bu darbeyi Fetö yapacağını cümle alem biliyordu. AKP 17-25 Arlık hırsızlığını deşifre eden Fetö’den darbeyi kendisi yapıp kurumların kilit yerlerinde bulunan Fetöcülerden temizlemeyi başarmıştır. Tam olmasada Fetöcü kadrolardan devlet mekanizmasını arındırmaya çalışmıştır.
Darbenin muhtevası aleni bir şekilde ortada iken göz göre göre herkesin siyasi körlüğü oynayıp AKP gerici faşizminin argümanlarına alet olunması kervanının başını çeken ana muhalefet partisi CHP’nin darbe paradigmasına yaklaşımı tamamen rezilliktir. Saraya hizmet etmektir/saray işbirlikçisidir.
Kaçak saray edebiyatında da aynı hizmetkarlığı sergilemedi mi? Yıllardır saraya kaçak saray dediler sonra tıpış tıpış kendi ayaklarıyla saraya gidip ‘kaçak sarayı’ yasal saray haline getirmediler mi?
Darbe kalkışmasını Fetö yaptırmadı diye bu Fetöyü masum kılmaz.
Fetö Tayyip Erdoğan’ın ikizidir.
Fetö, Tayyip Erdoğan kadar tehlikeli, bir o kadarda Makyavelisttir.
Bu iki kişilik için amaca giden her yol mubahtır.
Bu yüzden Atatürk’ün cumhuriyete mirası olan bu araziye, Atatürk’den ve Cumhuriyetten intikam alırcasına Osmanlı özenticiliğinin karmaşık ruh haliyle kendisine saray yaptırmış olup, 79,51 Milyon kişinin vergileriyle beslenecek şekilde ailesini ve kendisini ağırlatacak kadar narsist bir ruh haline sahiptir.
Darbe kalkışmasını bizzat Tayyip Erdoğan, Hulusi Akar, Hakan Fidan ve Kontrgerilla diye bildiğimiz Özel Harp Dairesinden kimi kişilerce örgütlenilmiştir.
Örgütlenen darbe girişimi esnasında camilerden verilecek Sela’lara varana kadar her türlü ince ayrıntı düşünülmüştür.
Çünkü Tayyip Erdoğan’ın böylesine kurgusal açıdan bir darbe kalkışmasına ihtiyacı vardı. Ak Parti olarak birebir iktidar paylaşılması konusunda sırtında taşıdığı Fetö örgütlenmesi, ne zaman 17-25 Aralık olarak kayıtlara geçen hırsızlık ve yolsuzluk operasyonu, bu aynı zamanda kamuoyuna Ak Partinin kirli çamaşırlarını teşhir etme operasyonu olarak bilinmektedir.
Fetö tarafından 17-25 Aralık operasyonu için düğmeye basılması demek aynı zamanda bu ittifakın sonunu belirlemiş oldu.
İktidar ortaklığını çok iyi değerlendiren Fetöcü kadrolar entelektüel birikimli kadrolarıyla hemen hemen her resmi dairede örgütlendikleri gibi devletin karar alıcı en kritik noktalarına kadar ele geçirmeyi başarmış olmaları Fetöcülerin gücünü belirlemektedir.
Buna yurt içi ve yurt dışında faaliyet gösteren okullarını dahil ettiğimizde Fetö’nün gücünün hiç de yabana atılmayacağını ortaya koymaktadır.
Tayyip Erdoğan ve çetesi bunu çok iyi bildiği için Fötücülerden arınma ancak ve ancak köklü bir operasyonla mümkün olacağı konusunda kafası çok netti. Tayyip Erdoğan çetesiyle el ele verip Fetöcü kadroları satın alma yöntemiyle darbe tiyatrosunu örgütlemiştir.
Şeytani bir buluş olan darbe tiyatrosu yöntemiyle siyasi rakibi olan Fetöcü örgütlenmeye karşı ülke bazında başlattıkları operasyonlarla çıkardıkları KHK’lerle faşizmi kurumsallaştırmışlardır.
17-25 Aralığın intikamını nasıl alacaklarını Recep Tayyip Erdoğan 11 Şubat 2014’te yaptığı ‘İnlerine gireceğiz’açıklamasıyla hayat bulmuştur.
Bu operasyonda boy hedefi haline getirilen dünün hizmet hareketi bugünün FETÖ/PDY terör örgütü nitelendirilmesiyle uygulanan projelerine nokta konmuştur.
Daha tam başkanlık sistemine geçilmeden başkanın keyfiyetiyle dağıttığı yandaş adaletle yüz yüze kalan Türkiyeyi gerçekten karanlık günler bekliyor.
Sırf bu yüzden yandaşlarınca iç savaşa yönelik çağrılar yapıldığı gibi, bu yönde paramiliter yapılanmalarla gizlenmeden aleni örgütlenmelerle yönelinmiş durumdalar. Birde buna Suriye iç savaşında saray tarafından desteklenen Işid ‘çi teröristlerin yeniden Türkiye!ye geçtiği gerçekliğini göz önünde bulundurduğumuzda Ak Parti sayesinde ülkenin kan gölüne döneceği günlere dolu dizgin gidiyoruz.
Uygulamalarıyla Hitlere özenen bu ruh hastası bu kişilik, Hitler’in yanında haddinden fazla vasat kalmaktadır. Hitler kendi anlayışının içinde Entelektüel birisiydi hatta Hitler’in bu konuda ‘Kavgam’ isimli eseri bile mevcuttu.
Hitler her şeyden önce iç savaş çıkartıp kendi halkını kırdırmayacak kadar bu vasat kişiliğe göre entelektüel kalmaktadır.
Bugün 31 Aralık 2018 an itibariyle saat 15:10
2018 yılı umarım Türkiye’ye huzur, barış, gerçek bir demokrasiyle birlikte mutluluk getirir.
Zamanıma yazık olduğunu bile bile üşenmeden oturup Meral Akşener’in içeriği boş, bir o kadarda adeta çöp yığını olan tüm konuşmasını sonuna kadar dinledim. Madem politikaya soyunuyorsun insan birazcık kültürlü olur, hakkaniyetli olur, sosyal olur diye boş yere hayıflandım kendi kendime.
Akşener baştan beri boş birisi olduğunu bilmiş olsamda yeni kurdukları partinin başına geçecek insana, haliyle donanımına oy verecek insanlar mutlaka dikkat edecektir.
Birazcık vücut dilini okuyabilecek kapasitede iseniz kürsüde duruş ve davranışından tutunda kürsüyü kavrama hareketlerine varana kadar bir dizi istemsiz hareketlerini mercek altına alındığında bire bir Tansu Çillerden kopya çektiği davranış bilimi bize söylüyor. Meral Akşener ‘in kendine özgü bir davranış şeklini aradım ama bulamadım.
TAM TERSİNE BENCE TÜRKİYE’YE ÇOK KÖTÜ GELECEK.
Kurduğu cümlelere bakıyorum karşılıklarını sürekli milliyetçiliğe atıflar yaparak alt yapısında boş değerler taşıyan demodeleşmiş kelimeler salatası gibiydi adeta. Bir ırka gönderme yapan lümpen burjuvazinin argümanları bile Meral Akşener’in söylemlerinden daha bir kalibresi yüksektir.
Meral Akşener ‘de kalkınma projesi lafla yürüyen peynir gemisinden farksızdır bir o kadar da sıfırdır.
Adeta Tayyip Erdoğan’ı mumla aratacak bir geleceğe sahip gözüküyor.
Konuşması boyunca ne bir insan haklarından bahsetti nede bir işçinin yaşam standartlarından bahsetti. Yoksul halkın yüz yüze geldiği sorunların ne uzağından nede yakınından geçti. Utanmadan birde diyor ki Cumhurbaşkanlığına adayım…
CUMARTESİ ANNELERİNİN YÜREĞİNE ATEŞ DÜŞÜRENLER TÜRKİYE’YE İYİ GELMESİ NASIL MÜMKÜN OLABİLİR Kİ?
Tansu Çiller, Meral Akşener ve Mehmet Ağar döneminde yüzlerce insan buharlaştırıldı. Yani faili mechul cinayetlere kurban edildiler bu insanlar. Buharlaştırılan evlatlarının kemiklerini bulmaya bile razı gelebilecek onlarca annelerin yürekleri kan ağlarken gençliğinin baharında buharlaştırılan insanlardan sorumlu olanlardan bir tanesi üstelikte suçunu itraf ede ede siyasi bir parti kurup Türkiye’ye iyi geleceğini ileri sürüyor.
Hele hele böylesine siyasetçilerin eline bir kez masum insanların kanı sıçramışsa yaşamının baharında buharlaştırılan insanların ilahi adaleti hala sağlanamamışsa Cumartesi annelerinin yüreklerine nasıl ve kim su serpebilir ki?
Üstelikte faili mechul cinayetleri kabul eden ”kabulümdür” deyip itirafta bulunan Meral Akşener yargılanmadan temizlenmeden nasıl Türkiye’ye iyi gelebileceğini iddia edebilir ki?
Kafatasçı geleneğin sembollerinden Bahçeli bile şu satırlarla yapılanlara isyan edebiliyorsa varın gerisini siz anlayın demektir bu.
“Faili meçhul sözü hafife alınacak söz olarak görülmemeli. Türkiye’de bin 901 tane faili meçhul vardır. Bu kadar ciddi bir konuyu MHP’de değişim dönüşüm isteyen insanın ‘faili meçhuller kabulümdür’ dediği vakit, Beyoğlu- Galatasaray arasındaki Cumartesi Anneleri’ni, genel merkez önünde perşembeden perşembeye toplanan pazar alanını, perşembe hariç, Cumartesi Anneleri’nin kullanmasına müsaade etmek demektir. Bu olayı MHP’ye sıvamak demektir. Faili meçhullerle ilgili meseleleri bir başka yerden gerçek yapılardan alıp MHP üzerine yıkmak demektir. Bu sözlerin hesabı bir gün sorulur ve verilir.” Kaynak
Buharlaştırılan 901 insandan sonra en son kirli ellerini ne zaman yıkadığını insana sorarlar. Cumartesi anneleri de yağmur, çamur, kış, yaz demeden bitmek tükenmek bilmeyen enerjileriyle evlatlarının hasretinde bunu sormak için hep nöbette değil mi zaten?
Gelinen noktada Türkiye’de politikacı olmak demek, salt determinist açıdan değerlendirdiğimizde toplumsal gerçekçiliğimizin özünü nasıl yitirdiğimizi bize, her şeyden önce, vicdanının sesini yitirmiş olmayı, haksızlıkları, hırsızlıkları, göz göre göre hasır altına nasıl süpürdüğümüzü gösterir.
Bu özellikler Türk politikacısının en önemli kriterlerden birisidir. Bunun üst aşaması akıl sağlığıyla sorunlu kişiliklerin itibar budalalığında geldiği noktadır.
Cahilleşme metodolojisinin sosyolojisi bizim gibi balık hafızalı toplumlarda yeni yeni ”iyi partilerin” Türkiye’ye ”iyi geleceğini” iddia etmesinden geçer.
Tarihin her döneminde yanılsama, hiç bir koşulda bu kadar gerçek bu kadar gizlenen bir özellik asla olmamıştı.
Bu yanılsama vatan kavramı üstünde gizlenen bir sırrın özünde ifşasıdır.
Bu sır bilinmeyen bir sır değildir Marksistlerin yabancısı olmadığı bir kavramın kendisidir aslında.
Savaş dönemlerinde anayurdun savunulmasıyla ile ilgili sosyal şovenlerle kendi aralarında çizgi çeken saptamalar olsada vatan kavramının özüne ilişkin yorumlamalarda bu şekliyle bir ayrım söz konusu değildir.
Biz bu noktada burjuvaziyle proletaryanın tarihsel mücadelesindeki anayurdun savunulmasını üzerinde polemik yapmayacağız. Bizim tamda bu noktada açığa çıkarılmak istenmeyen yanından yola çıkıp konuya ilişkin yanılsamanın özünü didikleyeceğiz.
Mağara devri insanların döneminde vatan diye bir kavram yoktu.
Dahada ilginci ulusal çit diye tanımladığımız çitler /sınırlarda yoktu.
Günümüz koşullarında kuşların ve yabanıl hayvanların nasıl sınırları yoksa, o zamanda, o dönemin insanlarında bu günkü anladığımız anlamda ‘ulusal çit’ diye tanımladığımız sınırları yoktu.
Toprak üstünde yaşayanların santim ve karesine sahiplenemeyeceği kadar ortak mülkiyetin kendisiydi.
Vatan kavramı, ulusal çitlerle birlikte geliştirilip formüle edilen yalıtımdan başka bir şey değildi.
Yalıtım yanılsamayı doğurdu, yanılsama yalıtımın üstünde gerçeği sorgulamamayı özümsemeyi öğretti.
Elbette bu süreç bir anda kendiliğinden olan bir şey değildi, insan kendi doğası gereği toplumsal etkilenişimin yarattığı sosyolojik davranış şekli ulusal çitlerle başlayan yalıtımın yanılsamasını doğurdu.
Yanılsamanın hakimiyeti ortak mülk olan toprağın egemenler tarafına bir çeşit eksen kaymasını doğurdu.
Eksen kayması şekli mevcut doğal dengenin işlevini yitirdiği, yeni bir dengenin dayatıldığı bir dönemin şeklidir.
Yalıtım ve yanılsama ilk egemen sınıfların toprağı ele geçirme gücünde insanı mülksüzleştirmenin koşullarında önemli bir mihenk taşı olmuştur.
”Genellikle ulusları tanımlayan ve onları birbirinden farklı kılan çeşitli ‘mit’ ve ‘anı’, ‘sembol’ ve ‘değere’ verilen önemin nedeni de bundan kaynaklanmaktadır. Bunlar ise premodern etnik oluşumla ilgili bir çalışma yapmayı gerektirmektedir, çünkü etnisite, genel olarak, modern ulusların oluşumunda adaptasyona ve dönüşüme uğramış, ancak tarihten silinmemiş insan toplulukları için güçlü bir model sağlamıştır; burada, ancak kolektif deneyimlerin tarihsel kalıntılarının izlerini araştırabiliriz.”(*)
Aslında alıntı yapmadan yazıma devam etmek istiyordum, bol kepçe lokantalarının imajına benzer gibi alıntılı referanslarla yazımın içeriğini süslemek bir noktaya varmak istemiyordum lakin bu eserin giriş bölümünde yer alan bu satırları ilgimi çektiği için sadece bu satırları buraya yorumlamadan aktarmak istedim.
Salt determinist açıdan tabiye belki güçlü insan öbekleri diyebileceğimiz giderek kendini kabileye bırakan insan kabile eksenine girme tabiye (ait olma hissi) sürü hissinden başka bir şey değildi.
Bu birazda vahşi doğa karşısında güçsüzlüğün ortaya çıkardığı içgüdülerin yarattığı kaçınılmaz dayanışmadan başka bir şey değildi. İnsanı salt sürü olmada ayıran sosyolojik açıdan kabileleşmeye yöneliş örgütlenme şekli aslında vahşi doğanın insana sunduğu dayanışma iksirinden başka bir şey değildi.
İlkel insanın bu günün modern insanı olabilmesindeki geçen sosyolojik evrimi özünde vahşi doğaya aittir.
Kimi klan ve kabilelerin içlerinde sıçrama tahtası diyebileceğimiz bir süreçte insan beyni alet kullanmayı geliştirdikçe buna bağlı olarak toprağın işlenmesi, kimi hayvanların ehlileştirilmesine varana kadar bir çok başarılı çalışmaları söz konusudur.
Bunlar aynı zamanda kendini döneminin gelişmiş uygarlıklarının ilk nüveleriydi.
Ulusal çitler, ayrımcılığın simgesi olan ulusal diller daha o dönem hiçbiri yoktu.
İnsanlık doğaya karşı savaşımında alet kullanımı önemli bir faktördür.
Alet kullandıkça doğa daha bir iyileştirildiği daha bir evcil oluşunu gözlemlemesi üretim araçlarının gelişimi konusunda bir hayli çaba sarf etmiştir.
Üretim araçlarının kullanımı geliştikçe, üretim araçlarının gelişimi üretici güçlerin gelişimine paralelliği yabancılaşma dediğimiz çağın illeti içinde kendisini bulmuştur.
Üretim araçlarının gelişmesi daha çok kar marjını tetiklerken, daha çok kar daha çok sömürü üzerinde kurumlaşan bir anlamda vatan kavramının doğuşuna neden olmuştur.
Elbette modern burjuvazinin sistem egosunun üstünde yükselen devasa zenginlikle ölçe bileceğimiz çadır tiyatrosundan farksız burjuva parlamentosu öncesinde kral ve kraliçe nezdinde yükselen otoritenin biçimlenmiş şekli kimi zaman devlet diye tanımlayabileceğimiz mülkiyeti krala ait topraklardan ibaret olan ulusal çitleri vardı.
Bu süreç köleci, feodal, kapitalist sistemin, bir çeşit sistem dinamiği olarak bir üst yapı kurumu olan dinselliğin statüsünde vatan kavramı kutsallaştırılarak vatana dair kralın malı olan toprakların sınırları bir şekilde var olmuştur.
Bu yüzden toprak istilalarıyla ünlü talan ganimet savaşlarına dinsel kisveler eklenerek talan ve zenginlik savaşları körüklenmiştir.
Talanın özü dinsel kisveli savaşlarla kutsanmıştır. Amaç burada daha çok zenginleşebilmek olsada, istila edilen topraklarda hazır zenginliğin talan edilmesi ganimet adıyla savaşın cazip kılınmasına neden olunmuştur. Aslında tamda bu nokta da talana karşı vatan savunması kavramı kutsanarak hayat bulmuştur.
Meselenin özüne indiğimizde resmi yanılsamayı araladığımızda vatan savunması diye bir şeyin olmadığını yalın bir şekilde görürüz.
Vatan savunması diye bir şey yoktur, bunun anlamı sadece ve sadece ulusal burjuvazinin hâkim olduğu zenginliği vatan adı altında korumaktan başka bir şey değildir. Ulusal çitlerle yalıtılan insanlar büyük bir özveriyle inşa edilen yanılsamayla bilinci yıkanır.
Sınırlar/çitler/ silahlı ordu/ toplumsal açıdan rasyonel gerçekliği kavrayamayan kitlelerin körü körüne vatan illüzyonuyla aldatılmasıdır.
Elbette bu aldatılma süreci çocukluktan devralınan resmi propagandanın bilinçaltımıza içselleştirilmesiyle ilintilidir.
Yanılsamanın özünde sınırlara dâhil bütün bayraklar o sınırda var olan hâkim burjuvazinin çıkarlarını temsil eder.
Burjuvazinin çıkarları vatan savunması, bayrak gibi soyut kavramlarla yanılsama aracı olarak kullanılmaya elverişli hale getirilir. Bu yanılsamanın özü anlaşılmaması için burjuvazinin kutsallaştırılmasına izin verdiği uyduruk cennet ve uyduruk şehitlik kavramlarıyla kutsanmaları yanılsamanın özünü gizlemekten başak bir şey değildir.
Dünyada hiçbir bayrak ve ulusal çitler vatanı simgelemez gerçekte vatanın sınırları onu simgeleyen uyduruk bez parçalarına yüklenen izafi kavramların ürünü olan nefret ve düşmanlığın alt yapısı olan milliyetçilikle ifade edilemez. İnsanlığın gerçek vatanı ulusal çitlerin olmadığı, sınırların bulunmadığı, dünyanın ilk halidir. İnsanlığın gerçek vatanı dünyanın kendisidir.
Yanılsamanın özüne bakarsak vatan diye bir şey yoktur.
Vatan tanımı sonradan icat edilen suni bir o kadarda subjektif kavramdır.
Toprakların paylaşımıyla ilintilidir.
Dünyanın kendisi özünde bütün insanların vatanıdır.
Bu gün ülkeler olarak tanımladığımız ulusal çitlerle çevrilen toprak parçaları bir yanılsama olarak insanlara sunulan, ulusal çitlerle çevrilen vatan olgusu özünde burjuvazinin çıkarlarını koruma, çıkarlarına hizmet etme eyleminden başkası değildir.
Vatan olgusuyla taçlanıp sunulan yanılsama, (geçmişte egemen sınıfın temsilcisi Padişahlık / Krallıkların vs. hüküm sürdüğü senyörler dere beyleri idi, bu gün ise bunlar burjuvazinin potasında erimiştir) burjuvazi kendi güvenliği için çevirttirdiği ulusal çitleri kendi çıkarlarına örtüşen (devlet örgütlenmesi adı altında örgütlemiş olduğu silahlı gücüyle) iyileştirilmesinin garantisidir ulusal çitler.
Vatan denilen yanılsama çitlerin birebir burjuvaziyle özdeş olduğunu ‘‘vatan’’ sözcüğünün sihir ’i ile üstü örtülerek bilinçli olarak gizlenen bir çeşit illüzyondur.
Marksizm’deki yeri ulusal mücadelenin abartısı bence Lenin ile başlamıştır. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi çok başı mahmur bana göre bir çeşit eklektizmdir.
Lenin’in kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi, Kuran’ın tartışılmaz kutsallığı gibi, kutsanıp sorgulanması kapatılmıştır.
Zurnanın zırt dediği yerde tamda burasıdır. Ulusal ve sömürgeler sorunu konusunda ciltlere sığacak kadar argüman geliştireceksin ve geliştirilen argümanlar ileride post modernizme yapı taşları olacak.
Bana göre ulus ve ulusalcılık tali olup temel olmayan kavramlardır, ulusal etnisiyeciliğin özgün durumu burjuvaziyle temel çelişkisi emek ile sermaye arasındaki iflah olmaz antagonist bir çelişki gibi değildir. Bunun üzerinde yükselmez / yükselmemiştir.
Ulusların sınıfsal karakterini tahlilini tahlil edip ayaklar üstüne oturtamama Marksizm’in aslında eksiklerinden birisidir. Lenin bu eksikliği görüp farklı bir yola kanalize etmiştir dahada bir çıkmaza sokmuştur. Ulusların kendi kaderlerini tayin etme ilkesi SSCB’nin yıkılmasıyla tılsımlı consensus bir anda inkara dönüşürken ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı yanılsaması bir birlerini boğazlama sendromuna dönüşmesine neden olmuştur. Yugoslavya bu bakımdan ciddi bir şekilde canlı örnektir. Uluslar kendi burjuvazisi için kendi kaderlerini tamda böyle tayin etmişlerdir.
Yanılsamanın bu boyutunda Marksizm, ulusların nesnel özelliklerini salt sınıf mücadelesi kavramıyla ele alış şekli vatan kavramının yaklaşımı eksiktir. Çünkü Marksizm’in ana ekseni sermaye ve emeğin temel çelişkisi üzerinde gelişmiştir.
Marks hemen hemen bütün eserlerinde birçok kez ulustan ve uluslardan bahsetmiştir lakin ulusların farklı dillere farklı kimliklere farklı ulusal çitler içine hapsedilmesinin ana kaynağına neşteri vurabilmesi kendi sistematiği gereği mümkün olamamıştır .
Yanılsamanın bu boyutunda Marks’ın böyle bir çalışması, böyle bir eseri varsa, var olanı göremeyişimi eksikliğime bağlayabilirim.
Bana göre uluslar uluscuklar daha ufak milliyetler, etnisiyeler vs. bölünme dönemin hâkim sınıflarıyla başlayıp burjuvazinin tahakkümüyle (daha bir şekil alacak tarzda) bir birlerine yabancılaşmayı ortaya çıkartabildiği gibi hâkim sınıfların propagandası olan ötekileştirme yöntemleriyle bölünüp şekillenmişler şekillendirilmişlerdir.
Bu bölünmeyi ben burjuvazinin nezdinde değerlendirmemin en büyük sebebi gelişim çizgisini özellikle burjuvazinin tarih sahnesine çıktığı dönemde tamamladığı için, insanların ulus sürüleri halinde ulusal çitler içine hapsedilmesinin sorumlusunu burjuvazi olarak tanımlıyorum.
Kuşkusuz burjuvazi salt determinist açıdan pay sahibi değildir, bunun uzun erimli bir geçmişi vardır, ama tarih sahnesinde mevcut geleneği devralan burjuvazi olduğu için benim nezdimde bunun müsebbibi burjuvazinin kendisidir.
Yabancılaşma ulusal çitler arasına hapsedilen, kendine özgü uyduruk diller geliştiren adına A-B-C ulusu denilen devasa çitli devasa insan öbekleri, bir birlerine yabancılaşan, birbirini anlamayan milliyetçiliği gereği salt burjuvazisinin çıkarlarını düşünen çılgınca bir ulusa ait olma tebaasını burjuvazi geliştirmiştir.
Burjuvazi sömürüde aslan payını alabilmek kazandığı sermayesinin globalleşebilmesi verimli ortamın hiçbir zaman bozulmasını istemedikleri için, kendi sanayisi kendi çıkarları gereği savaşı körükleyip vatan savunması argümanını geliştirmesine neden olmuştur.
Savunulan ”Vatan” burjuvazinin bire bir vazgeçilmez bir bir tartışılmaz çıkarının kendisidir.
Vatan yanılsamasıyla pazarladıkları savaşlarda hiç bir zaman burjuvazinin kendisi ölmemiştir.
Burjuvazinin birinci derecede soyundan hiç kimse cephede savaşmaz /savaşmamıştır.
Vatan kavramı ve bağımsızlık, bilinçsiz kimselere yutturulan bir çeşit afyon tohumuyla özdeştir. Bu olgu dinlerle paralel yürür. Dinlerde kullanılan inanç afyonu vatanın bekası gibi birlikte kullanılan şehitlik kavramları bu güzellemenin en revaçta olan yanıdır.
Gerçeği hiç bir koşulda bilemeyen yoksul kitleler şehitlik ve cennet adı altında burjuvazinin gerçekte aslı çıkarları için ölüme gönderilir. Savaşların asıl ironisi sunulan pazarlanan şehitlik senfonisinde gizlidir.
Kurtuluş savaşında tek kurşun atmayan can ve bedel ödemeyen o günün hatırı sayılı eşrafı bugünün burjuvazi vardır. Kurtuluş savaşında toprağa gömülen gariban yoksul insanların çocukları burjuvazinin çıkarları için yaşamalarını yitirmiştir.
Ulusları birbirine düşman eden işgal eden kendi ulusal çitlerinin içindeki burjuvazinin kendisidir. Özünde yoksul halk yoksul halk ile bir alıp veremeyeceği yoktur. Aynı zamanda kardeştir.
Bu kardeşlik kendilerine uydurdukları dilleri ve dinleriyle yabancılaşmaya yönelmiş, yabancılaşma kısa sürede düşmanlık hissinde başarı sağlamıştır.
Burada perde arkasında görevini yapan, her şeyi kendi çıkarları için sevk ve idare eden, yeni pazarların hülyasını kuran, bu yüzden savaşı körükleyen burjuvazinin kendisidir.
Yukarıda söylediğimiz satıra yeniden dönecek olursak; özüne bakarsak özünde vatan diye bir gerçeklik yoktur.
Vatan tanımı sonradan icat edilen suni bir kavramdır. Dünyanın kendisi özünde tüm insanların insanların vatanıdır.
Bu gün ülkeler olarak tanımladığımız ulusal çitlerle çevrilen toprak parçaları bir yanılsama olarak insanlara sunulan vatan olgusu gerçekte burjuvazinin çıkarlarını koruma, çıkarlarına hizmet etme eyleminden başkası değildir.
Vatan olgusuyla taçlanıp sunulan yanılsama, geçmişte egemen sınıfın temsilcisi padişahlık / krallıkların vs. hüküm sürdüğü dönemin senyörleri ve dere beyleri idi.
Bu gün ise o hakim sınıfların modern adı burjuvazinin kendisidir. Burjuvazi kendi güvenliği için çevirttiği ulusal çitleri kendi çıkarlarına hizmet eden (silahlı aygıtı) devletinburjuvazinin lehineiyileştirilmesi, yanılsama açısından ulusal çitler vatan mantığının bütünsel açıdan birebir garantisidir.
Vatan denilen yanılsama çitlerin birebir burjuvaziyle (burjuvazinin çıkarlarıyla) özdeş olduğunu ”vatan” sözcüğünün sihir’i ile üstü örtülerek bilinçli olarak gizlemiştir.
Bir kez daha soralım o zaman: İnsanlığın ilk hali olan yaşam sürecinde mağara devri insanlarında vatan mı vardı?
Bu günün uyduruk ulusları mı vardı?
İnsanların tabiiyetine şekil versin diye uydurulan uyduruk (bu gün bir birini anlamayan) uyduruk diller mi vardı?
Elbette bunların hiç biri yoktu.
Yanılsamayı daha iyi anlayabilmek için söyle bir örnek verebiliriz: Dünyadan hızla uzaklaşan bir uzay aracının içinde olduğumuzu varsayalım başka galaksilere yaklaştığımızda dünyamızın yerinde yeller estiği gibi yerini seçemediğimiz toz bulutuna bıraktığını görürüz.
Dünyada toprağın paylaşımı ulusal çitlerin varlığı yok hükmündedir.
Dahada kötüsü kendinden menkul uyduruk ulusların varlığı böbürlendiği milliyetçiğin fena halde yanılsaması olan vatan kavramıda yok hükmündedir.
Yanılsamanın bu boyutunda ille de bir vatandan söz edeceksek dünyanın ilk hali gibi evrenin kendiside kullanabilen her atomun doğallığında kendi öz vatanıdır.
Burjuvazisiz, ulusal çitler nezdinde paylaşımsız, uyduruk yanılsamalarımızdan biri olan ulus’suz, insanlığın mağara devri gibi dünyanın tümüdür vatan, evrenin kendisidir vatan.
Ne zaman toprak işlenmeye başladı, topraktan rant olgusu elde edilmeye başlandı bu işe uyanan dönemin uyanıkları toprağın paylaşımına çoktan başlamışlardı.
Toprağa mülkiyet kavramı giydiren bu gün burjuvazi diye tanımladığımız burjuvazinin soy ağacında yerini alan dönemin hakim sınıfı olan Senyörlerdi.
Toprak sahipleri ve topraksız mülksüz köylüler arasındaki rant mücadelesi bu kez egemenlerin temsilcisi olarak seçilen krallarla toprağın çitlerle çevrilmesine ulusallaşmasına neden olmuşlardır.
Toprağın haksız yere sahiplenilmesi demek, toprağa sahip olamayan insanların toprak sahiplerine tabi olması demektir.
Bunun anlamı emeğin sömürülmesi konusunda atılan adımdır tarihsel emek sömürüsünün tarihsel açıdan ilki bu şekilde sahnelenmiş olmasıdır.
Bu aynı zamanda çitler içine hapsedilen milyonlara varan insanların yoksullaşması toprak sahibinin emrinde boğaz tokluğuna çalışması demektir.
Ulusal çitlerin içine hapsedilme olayı aynı zamanda bir başka ulusal çit içine hapsedilen kendi ırkı olan diğer insan ırkına yabancılaşması demektir.
Yabancılaşma kök saldıkça bir birlerini anlayamayan farklı dil paydalarının hakimiyetinin kurumsallaşması uluslaşmanın ilk nüveleridir.
Farklı ulusal çitlerde yaşayan bir birlerine yabancılaşan suni düşmanlıklarla (bunun adına milliyetçilik diyoruz) birbiriyle savaştırılan ulusların savaşı günümüzde devletleriyle simgesel ulusal kimlikleriyle anılmaktadırlar.
Feodalitede rantın tarihsel şekillenmesi böyle olmuştur. Kapitalizmde ise feodaliteden devraldığı ulusal çitleri tanımlayan vatan kavramı üstünde metaların üretilmesinde izlediği yol dediğimiz emek ile sermaye arasında baş gösteren antagonizma çelişkinin serüveni gelişmiştir.
Marks bu serüvenin gelişimini tahlil etmiştir kafa yormuştur.
Elbette Marks’ın tarih sahnesinde biz insanlığa (burjuvazinin / egemenlerin) yaratıp dayattığı uyduruk ulusları değerlendirmemiştir.
Karl Marks ulusları daha çok sınıf mücadelesi paralelliğinde irdelemiştir.
Kimi zaman aynı ulusal çitler içinde hâkim ulusla kendi burjuvazisini yaratamayan ezilen ulusların uyduruk kimlik mücadelesi özünde emek ile sermaye çelişkisi karşısında ilkel milliyetçilikten başka bir argüman geliştirememiştir. Çünkü kendi tarih sahnesinde emek ile sermaye gibi kayda değer temel çelişkiye hiçbir zaman sahip olamamışlardır.
Yanılsamanın diğer bir boyutu ise dünyanın rasyonel özü, üzerinde yaşayan canlıların vatanı idi. Toprak paylaşıldıkça, egemen güçler geliştikçe, sömürü boyut aldıkça, sınırlar / çitler icat edilerek zapt-ı rapt altına alınan devlet örgütlenmesi hiyerarşik açıdan bir temele otutturulmasına neden olunmuştur.
İzafi vatan kavramı bu yanılsamanın ürünüdür. Bu konuyu bu linkte çök önceleri işlemiştim. TIKLAYIN
Elbette ilk bakış açısı olarak kimi zaman şartlanan beyinler alışıla gelmeyen bir yaklaşım sunulduğu zaman, sunulan yaklaşımı içselleştiremeyeceklerdir.
Bu çok normaldir. 40 yıllık bildiğimizi sandığımız şeyleri ters yüz eder gibi bir anda inkar edercesine, farklı bir pencereden soruna yaklaşıyor olmak tepkisel bir reddin doğal davranışıdır.
Bu bağlamda her teorinin kendi künyesi gereği özümsediği ezberleri farklı bir perspektifi değerlendirememesi aslında yanılsama perspektifinin bir başka boyutudur. Yanılsama bu bağlamda bir çok açıdan ele alınabilir. Her yanılsama bambaşka bir konuyu kendi kapsamı içinde irdeleme /sorgulama yöntem metodolojisi açısından konumuzu dağıtmamak için bununla sınırlı bırakmak istiyorum.
Buna göre ulusların bağımsızlık hareketi temel çelişki olan emek ile sermayenin müzminleşmiş mücadelesi değildir.
Ulusal bağımsızlık savaşları kendi burjuvazisinin çıkarlarını savunmak ya da uluslaşma sürecinde kendi burjuvazisini kendine yeniden ulusal düzeyde bir çiti çizmek isteme / inşa etme mücadelesidir.
Soruna bu yandan bakanlar Türkiye’nin kuyrukçu solunda tabiiki aforoz edilir. Bu sorun sırtında yumurta küfesi taşımayanların sorunudur, özgür düşüncede bunun ürünüdür.
Türkiye solu bir papağan gibi Lenin’in bu handikabını aşabilme yerine papağan gibi kendisi için hiçbir işe yaramayan Lenin alıntılarını tekrarlayıp durur.
Asal açıdan ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkı post modernizme tren kaldıran belirgin istasyonun ta kendisidir.
Lenin’in kendi kaderlerini tayin etme hakkı post modernizmin kendisidir, çünkü insan kardeşliğinde var olan realitenin özünü yadsıyarak, burjuvazinin yarattığı ayrımcılığı teoriyle mutlaklaştırıyor olmasıdır. Lenin ve Stalin’in bu konuda vebali büyüktür.
İnsan ırkının bir birine karşı yabancılaştırılmasının mutlaklaştırılmasıdır.
Özüne bakarsan bu topraklarda Kürdün bağımsızlık savaşı da yanlıştır. Türk’ün bağımsızlık savaşı da yanlıştır.
Bu iki savaşın özünde bağımsızlık diye bir şey yoktur.
Bu savaşın içeriğinde gizlenen bir tek olgu vardır oda kendi burjuvazisinin çıkarlarını koruyor olmasıdır. Birisi doğmakta olan burjuvazisinin çıkarları diğeri ise var olan burjuvazisinin çıkarları için savaşıyor olmasıdır.
Burjuvazinin hiç bir koşulda olmadığı bir tarihsel savaşa ancak biz bağımsızlık atfedebiliriz.
Bazı şeyleri bilmek için kahin olmak gerekmez. Çanlar bile gerçeği söylerken, minarelerde selalar yalanı, tezgahı, ört bas etmek için adeta çığırtkanlık yapıyor. Çan’lar inadına acı acı çalıp, kanı emilen yoksulluğa muştusunu veriyor.
Kimi zaman real aklın metodolojisi, hem kendi deneyimini, hem de politikanın psikolojisini sentezleyerek mevcut gerçekliğe çok rahat bir şekilde ulaşıyorsa bunun elbette bir alt yapısı vardır.
Bunun anahtarı Fetö’nün ortam dinlemesine takılan kayıtta gizlidir. Ben o ortam dinlemedeki konuşmaları hiç unutmadım.
Mit ve Özel Harp Dairesinin çalışma prensip ve politikalarını biliyorsan sorunu önemli ölçüde çözümlemişsin demektir.
Ortam dinlemesinde Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, MİT Müsteşarı Hakan Fidan, Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler arasında bir savaş toplantısı gerçekleştiği görülüyor.
TÜRBEYE SALDIRTIP SAVAŞ ÇIKARIRIZ
Ne güzel memleket her şey bu kadar ucuz, çünkü kontrgerilla ülkesinde maskeli demokrasicilik balosunda işler böyle yürür.
Davutoğlu olduğu iddia edilen sesin ise “‘Başbakan, bu (Süleyman Şah Türbesi) bir imkan gibi değerlendirilmeli bu konjonktürde’ dedi” ifadelerini kullandığı belirtiliyor. Ses kaydında Hakan Fidan’a ait olduğu öne sürülen sesin ise “Gerekirse Suriye’ye dört adam gönderirim. Türkiye’ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine’de saldırtırız” dedikleri ortam dinlemesine yansıyor.
Böyle bir mantığın şürekasından her şey bekleneceğini bilememek, mevcut gerçekliği görememek bire bir aptal olmayı ortaya çıkartır. Kimse kusura bakmasın ama satılmış aklın, satılmış kalemlerin de dışında aptal olmayan akıllı entelektüellerinde varlığı söz konusudur. İşte bu insanları hiç bir koşulda satın alamazsınız…
17-25 Aralık yapılmış olan hırsızlıkların boyutları deşifre edilmesi adeta bir milattır. Karizması 17-25 Aralıkla çizilen Tayyip Erdoğan, çok istediği başkanlık hayalinin gerçekleşmesi için çizilen karizmasının yeniden reorganizasyonu elbette darbe tiyatrosu gibi bir mizansenle temizlik yaptığını görememek iktidardan çıkarı olmak demektir.
Sözde muhalefetinde bunu görememesi Tayyip Erdoğan iktidarından çıkarları olduğu içindir. Göz göre göre devleti soyarcasına nemalandıkları yüklü milletvekili maaşları bile Tayyip Erdoğan statüsünden nasıl faydalandıklarının bir bir göstergesidir. Bunun içinde gerçeği ifade edemeyip ipe sapa gelmez ‘kontrollü darbe!’ savı bile tamı tamına bunun ürünüdür.
TAYYİP ERDOĞAN’IN YAPTIRDIĞI DARBE
Takvimler 15 Temmuz Cuma gecesi saat 22:00 sularını gösterdiği saatlerde hepimizin bir şekilde tanık olduğu Türkiye’de maalesef bir darbe tiyatrosuna tanık olundu.
En başta Tayyip Erdoğan olmak üzere ardılları ve muhalefet adeta söz birliği etmişçesine darbe ihalesini FETÖ’ye yıktı.
Fetö adeta günah keçisi ilan edildi. Çünkü en kolayı buydu, herkes ipinden kaçan azgın boğa misali
Fetö günah keçisine yüklenilerek gerçeği okumamakla sözde muhalefetten tutunda herkes Erdoğan’a ve özel harp dairesine hizmet etti.
Elbette Fetö suçsuz değildi ama darbe girişimini yapan Fetö değildi. Fetö darbe yapmak için iyi bir şekilde sinsice örgütleniyordu. Fetö’nün bu örgütlülüğünü Erdoğan fark etmişti, kimi Fetöcü bireyleri satın alarak, çeşitli garantiler verilip kandırılarak 15 Temmuz Cuma gecesi saat 22:00 sularını gösterdiğinde darbe tiyatrosunu Erdoğan denetiminde özel harp dairesi ve mit tarafından sahnelettirildi.
Bunu daha darbe girişimi sürerken Erdoğan’ın örgütlediği bir tiyatro olduğunu sıcağı sıcağına açık ifadelerle bu kaynak ‘da yazdım.
Daha sonra genişçe nedenlerini de anlattım. Özel Hap Dairesi ve Mit ile birlikte bu işi nasıl adım adım örgütlediklerini ihaleyi nasıl FETÖ’ye yıktıklarını daha önce yine bu kaynak ‘da yazmıştım.
Gerek hiçbir siyasetçi, gerekse hiç bir sratejist olayın yaşandığı anda böyle bir rizikoya giremez. Alay edilmekte işin cabası olduğu için, gelişen olaya temkinli yaklaşmayı yeğlerler. Ben böyle düşünmedim, alay edilmeyi de göze alarak doğru olduğunu bildiğim öngörünün üstünde durarak darbenin gerçekliğini ifşa ettim.
Hanedanlığın sonuna doğru yaklaşılırken bir panik havası aldı başını gidiyor.
Herkes kendi amelini iyi bilir tabii ki başına nelerin gelebileceğini de iyi bilmekte..
Bu panik niye daha durun karpuz kesecektik demek zorunda bırakıyorsunuz bizi.
”Erdoğan yine tehdit etti: Biz tökezlersek Türkiye de sıkıntıya düşer. AKP’li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan partisinin il başkanları toplantısında konuştu: Türkiye’nin kaderi AKP’nin kaderiyle bütünleşmiştir. Biz tökezlersek Türkiye de sıkıntıya düşer. AKP’nin kaybetmesinin bedelinin Türkiye’ye faturasının ne olacağını 7 Haziran ile 1 Kasım arasında gördük.” Kaynak
Tayip Erdoğan kendi korkularını Türkiye ye mal etmesi yerinde bir o kadar da anlaşılır bir şey. Yediden yetmişe herkes biliyor ki, Türkiye zararın neresinden dönerse o kadar karlı çıkacak. Kendi tarihinde Türkiye Türkiye olalı hiç bir zaman, hiç bir koşulda bu denli ahlaksızca hırsızlık yapan insanlar tarafından bu kadar aleni yağmalanmamıştı.
Gerek hırsızlığın, gerekse saraydaki ihtişamın, bir sonu omalı.
Ve çanlar şimdiden acı acı çalmaya başlamış durumda…
Bütün bunlara birde uluslar arası savaş suçu eklenince tezgahla kurulan darbe tiyatrosunun akıbetinde 248 Türk vatandaşının kanı benliğine sıçramış durumda.
Bütün bunlara rağmen Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan dönüp dolaşıp Selahattin Demirtaş’a şu cümlelerle ihaleyi yıkmak istemesi “O kişi bir teröristtir. Öyle bir terörist ki bütün benim Kürt kardeşlerimi sokağa döküp ondan sonra 53 Kürt kardeşimi yine Kürtlere öldürten bir teröristtir.”(Kaynak) şuursuzca dibe vuran panik atağın yalın halidir.
15 Temmuz günü kurguladıkları darbe tiyatrosuna karşı Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan tarafından bizzat halk sokağa çağırmış, bilanço 248 Türk vatandaşı hayatını kaybetmesine neden olunduğu gibi 2196 vatandaşında yaralanmasına neden olunmuştur.
Darbe tiyatrosu karşısında öngörülerimin doğru olduğunu biliyordum.
Neçe sonra sıcağı sıcağına benim ilk saatlerde söylediklerimi şimdilerde kısık bir sesle de olsa dillendirenler ortaya çıkmaya başladı. Ve sonrası geliyor… Bunlardan bir tanesi Alman istihbarat uzmanı ve CIA, şimdilerde öngörülerimi neredeyse birebir dillendiriyor.
Eh! Atalarımız ne demişti? Aklın yolu bir! , derken her halde bu özdeyişi boşa dememişler.
Bu durum sanki ‘hiç kimse seni övmüyorsa, kendi kendini öv!’ şeklinde dilimize yerleşmiş öz deyişimize benzeyecek gibi.
Böyle bir şeye ihtiyacımın olduğunu düşünmüyorum.
Amerikan ve Alman istihbaratları real aklın metodolojisini bu vesileyle doğrulamış oluyor. Alman İstihbarat Uzmanı Erich Schmitdt mevcut tiyatroyu şöyle sentezliyor.
Maalesef hanedanlığın sonuna doğru yaklaştığımız bu zaman dilimine dair son söz söyleme öngörüsünde bulunmak gerekirse; keser döner sap döner gün gelir hesap döner öz deyişimiz tamda konumuza cuk diye oturuyor.
Jöleli bir gazetecinin vermiş olduğu röportajın başına oturup üşenmeden uzun uzun seyrettim.
Böyle rapor hazırlayan bir rektör gerçekten varmıdır tartışma götürür.
Eğer varsa aptal olması gerekir.
Böyle bir rapor var ama MİT ele geçirmiş gibi servis ediliyor.
En azından ne yapacaklarını emperyal güçler bu kadar aleni bir şekilde madde madde yazacağını düşünmüyorum.
Ülkenin üzerine çöreklenen bu kara”bulut” varlık fonundan iyi nemalandığını gösterir.
Daha çok bende bıraktığı izlenim nemalandığı sistemini koruyor psikolojisi aslında kendisini ele veriyor.
Köpekler bile yemek yediği çanağa pislemez bu bağlamda canhıraş bir şekilde vermiş olduğu bu çabasını empati yapmaya çalışıyorum.
Cümlemi toparlamak istersem: Ekmek yediği çanağa pislemek istemiyor bu yüzden iş yapıyor gözüküyor.
Madem elinizde böyle bir rapor var bütün yalınlığıyla (orijinal haliyle) neden kamuoyuyla paylaşmıyorsunuz?
Eğer elinizde gerçekten böyle bir delil olsaydı, ülke içinde en birinci mağduriyet olayı haline getireceğinizi bildiğim için, bu türden çabanız haddinden fazla sönük kalmış durumda. Dahada ilginci çarşaf çarşaf mağduriyetinizi baş rol oyuncusu yapıp kamuoyuna servis ederdiniz. Bunların hiç birisini yapamadığınıza göre, canhıraş çırpınmana karşı haddinden fazla başarısızsın.
Ne yalan söyleyeyim sarayın yerinde olmuş olsaydım gerekçesiz amasız işine son verirdim.
Üst satırda (orjinal haliyle) neden kamuoyuyla paylaşmıyorsunuz diye sormuştum, tam tersine bu yolu seçmeyip kısaltarak okuyorum deyip (hatta bahsi geçen ülkelerin ismini vermeyip (x) olarak okuduğuna göre) okuduğun sözde bu rapor kendiniz tarafından düzenlenen balyoz manipülasyonuna (kumpasa) ne kadarda benziyor?
Okuduğun sözde belgeye ‘çok gizli’atıflar yaparak manipülasyon yapmaya çalıştığın ve konu içinde geçiyor dediğin ülke isimlerini versen bu kez (ispat edemeyeceğini bildiğin için) diplomatik kriz çıkacak… Bu yüzden alfabemizde olmayan (x) harfine sığındığını anlamamak için Türkiye’ye özgü koyunlardan olmak lazım.
Eğer bu rapor gerçek olsaydı bangır bangır o ülke isimlerini de söyleyip mağduru oynamak için bu raporu düzenleyen kurumları teşhire giderdiniz. Hatta ahaliye mehter marşıyla ilan ederdiniz…
Aklı ermeyen koyunları yaldızlı laflarınızla kandırabilirsiniz, ama başkanlık sistemiyle takkeniz düştü keliniz gözükmeye başladığını herkes görüyor.
Tam bir kaos hakiki diktatörlüğe doğru kuklaya çevirdiğiniz meclisle kıçınızdan uydurduğunuz KHK’lerle adaletsizliği, haksızlığı ve zülümün her türlüsünü uyguluyorsunuz.
İstediğiniz kadar sarayın polisi olacak paramiliter – militer gücünüzü oluşturun bu hiç sorun değil. Sonuç itibariyle çarlık Rusyasının son anlarını düşündükçe uykunuz kaçtığını çok iyi biliyorum. Bu korku bile size yeter…
Bu türden taktiklerle kamuoyunu hırsızlığınızı / nemalandığınız varlık fonundaki yoksul halkın alın terini bir sülük gibi emmenizi gizlemek olduğunu nasılda telaş içinde olduğunuzu belgeliyor bu asparagas belgeniz.
Bu bir vatan hainleri bu vatanı seviyormuş bu vatanın iyiliği için uğraşıyormuş gibi gözükmesi manidardır.
Özelde kişiler için değil genel olarak bir tespit yapmak gerekirse; nerede kendisine halkın vergileriyle saray yaptırıp (lüks içinde) kendisini ve ailesini sarayda ağırlatan birisi varsa bilinmelidir ki o kişi çömezleriyle birlikte vatan hainidir.
Kendinize İngiltere’yi ve diğer kraliyet ailelerini örnek gösterebilirsiniz, eğer ki kendileri mütevazi bir hayat yaşamayıp halkı yokluk içindeyse yaşıyorsa bu tespitim bu türden kraliyet aileleri içinde geçerlidir. Asalak kan emici tahta kurları kanı emilenler tarafından bir gün mutlaka ezilip yok edileceklerdir.
Bu doğanın kaçınılmaz gidişatıdır.
Diğer bir konuya gelince gerekçesi ne olursa olsun, dünya da kendi ormanını yakan bir devlet asla görülmemiştir bu durum tartışmasız amasız vatan hainliğidir. Vatan hainliğinin kendisidir!
Benim çağrım yol yakınken vatan hainliği yapmaktan geri dönün şeklinde olsada bunu anlamak isteyeceğinizi pek sanmıyorum.
Madem öyle ne demiştiniz? ”Durmak yok yola devam!’
Başlığıma ”yok doğru değil” diyerek itiraz etmek isteyenleriniz de olabilir, bu çok normal bir tepkidir anlarım lakin itirazınızı bir türlü anlayamayacağım bir kör noktası da olacaktır. Oda şu: Bu kişi yazımın içeriğinde sıraladığım, temel dayanağım olan argümanları çürütmek zorundadır. Eğer ki, inandırıcı bir şekilde izah edemeyip argümanlarımı çürütemiyorsa ilk baştan çenesini kapatmalıdır.
AKP’nin kankası Işid teröristinin üstünü bile aramayan polis kolu kırık Gülsüm Elvan’a ters kelepçe takılması AKP iktidarının Işid teröristlerine nasıl sempati duyduğunu gösterir.
Kolu kırılmış bir insana ters kelepçe takarak acımasız bir şekilde insani olmayan kötü muamele davranışını sergileyen polis, bırakalım ters ve düz kelepçeyi “canlı bomba” olduğu şüphesi ile gözaltına alınan Işid’li bir teröristin üst araması yapılmaması nasıl sempati duyulduğunu gösterir.
Bunun başka türlü izahı varsa ”kem, küm yapmadan” amasız izah edilmelidir. Bu durumu ”kem küm yaparak” izah edebilirsiniz ama bu gerçek bir izah değildir.
Hani siz kolu kırılmış acılı bir anneye bile ters kelepçe vururdunuz ne oldu?
Eee nede olsa kankanız olan Işid’li teröristiniz bu zafiyetten faydalanarak üzerinde gizlediği bıçakla Sinan Acar isimli bir polisi memurunu öldürdü.
Bu durum bir zamanlar çifte standartlı siyasi figür olan Demirel’in ”bana sağcıların suç işlediğini söyletemezsiniz!” zırvalığını, bütün kahve tarama gibi toplu katliamlarda imza sahibi olan sağcıları / katilleri hatırlatır gibisiniz.
Bu türden uygulanan aleni ayrımcılığın kamuoyunun farkına varmamasını isteyen hükumet apar topar delilleri bahane ederek Işid’li teröristin polis öldürme olayına yayın yasağı getirdi.
Konuyla ilgili haber burada bariz ayrımcılığa inanmayan bu haberin linkine bakabilir: http://www.cumhuriyet.com.tr/…/ISiD_zanlisinin_Emniyet_Mudu…
Durup dururken uydurduğumuz aslı olmayan bir şeyi yazmıyoruz bu nedenle kamuoyuna haber olmuş gerçeklerin içinde gizli olan çelişkileri açığa çıkarıyoruz.
Bu durum elbette günlük basında göze çarpmayan ayrıntıdır. Amacımız haberlerin içinde gizli kalan ayrıntıları deşifre etmektir. Benimde yaptığım tamda budur. İspatlı haberlerle yola çıkarak gizlenen gerçekleri deşifre etmektir.
Benim dışımda bu türden ”siyasal reel metodoloji” yöntemiyle gözden kaçanı yakalamakla uğraşan bir kişi varmıdır bilemem.
Henüz benim dışımda uğraşan bir kişiye rastlamadım.
Belkide türümün ilk örneğiyim.
Bu yüzden 100%100 görsel ve yazılı basın haberlerini linklerine(kaynaklarına) varana kadar kullanırım.
İktidarın kininde muhafaza ettiği belirgin ayrımcılığı delilleriyle ortaya koymak hemde bu durumu deşifre etmek için yazıyoruz. Bu bir insani durumdur. İnsanımsı olmayan her tutarlı yürek bu türden belirgin ayrımcılığa karşı çıkmak zorundadır.
_Ali Galip Sayılgan_
Dip Not:
Her ne kadarda resimde işlenen başlığa şehit denilerek yazılmış olsada elbette bu tespit bana ait değil, habere aittir. Bana göre şehitlik diye bir şey yoktur. Dinlerin saf insanları kandırmak için sıtmayı göstererek ölüme razı etme metodudur. Bir çeşit hegemonya terimidir. Uydurulan aslı olmayan bir payedir.
Biz devrimciyiz. Güzelliklerin, insanlık bahçesinde Karanfilleşerek çoğaldığı; İnsanların, birbirinin üzerine basarak değil, El ele tutuşarak Karanfillere uzandığı dünya Bizim dünyamızdır. Bizim reflekslerimiz Sahip olduğumuz değerlerin meyveleridir. Biz, hiçbir gelişme karşısında Tavırsız kalamayız. Dallarımızdan üretkenlik fışkırmalıdır. Bize refleks yitimi Bize tepkisizlik Bize kısırlık yakışmaz. Yoldaşlarımız, Bir yangını haber verir gibi “fırlamalı” Bir yarayı pansuman eder gibi titizlenmelidir. Biz, doktor değiliz. Bizim de yaralarımız var. Ama biz devrimciyiz. Tüm duyarlık göstergelerinden Tüm sanatçı inceliklerinden Öte bir tanımlamadır bu. Ne mutlu, Yaşamı devrimcileştirerek yol alanlara.
Niko Beloyanni
Belki Henry Alfred Kissinger(*) kendi döneminin ölçütlerinde bir nevi sembol olsa da, kendisi şimdilerde, tozlanmış takvimden düşen bir momentin lahzası gibidir.
İlk bakışta kişiselleştirilmiş gibi alğılansa da, sonuçta içeriğin muhtevasında elbette değişen bir şey yoktu.
Çünkü Amerika, entrikalarla dolu bir geçmişiyle adeta dünya insanlığına zehir saçıyordu. (**)
Zamanın bu diliminde Kissinger tarih oldu belki ama tarihin o momentinde Kissinger, Amerikan emperyalizminin dünya kamuoyunda çıkarlarını canla başla koruyan Dış İşleri Bakanı idi.
Amerikan Emperyalizminin ana felsefesi dünya halklarını kendisine tabi hürriyet yoksunu birer köle haline getirmektir.
Emperyalistlerin kendi aralarında etken olan bir çeşit gücün simgesi sayılan pazar payıdır. Mevcut pazar payı elde tutulduğu oranında kar mübadelesinin sömürüsü kendileri için refahı halklar için cehenneme bağımlılığı ortaya çıkartır.
Emperyalizmin anlaşılabilir gerçek literatürüne gelince, bunu basitçe söyle tanımlayabiliriz. Bu uğurda her türlü entrikayı çevirmede kendisine mübah gören bir sistemin ukalalığıdır emperyalizmdir.
1973 yılının sonlarıydı daha henüz 18 yaş dilimimin içinde çocukça hayalleri olan, gelecekte yükü ağır olacak bir kuşağın bireyleriydik. Farkında olmadığımız siyasal konjonktür kelli felli sayılan yetişkin / tecrübe sahibi ‘siyasetçilerin’ cesaret edemediği bağımsız bir ülkenin özgün duruşu yerine, işbirlikçiliği yeğlediği bir dönemin çocuklarıydık.
Emperyalizme karşı antiemperyalist bir tavrın nasıl alınmanın gerektiğini aslında Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, İbrahim Kaypakkaya ve arkadaşları, toprağa düşerken göstermişti.
Ülkelerinin bağımsızlığı için yaşamlarını hiçe sayan devrimciler ölümlerinin üstünden daha henüz iki yıl bile geçmemişti…
Bir şeyler yapılmalıydı ama ne?
Çocuksu duruşumuz bunu bilemeyecek kadar tecrübeden yoksun olsa da bir şeyler yapılmalıydı…
Kelli felli siyasetçiler satılabilir ama 18’lik, 19’luk, genç çocuklar kendini asla satamazdı. İşin ucunda ölüm bile olsa biz o ölümden korkmuyorduk. Ölümden korkmayan bir insan için işkenceler, hapishaneler vız gelir tırıs giderdi.
Bizler, döneme özgü koşullarda dünya ya bu pencereden bakardık.
Hemen hemen aynı yaş grubuna dâhil olduğumuz bizlerin yoldaşlığı, insan sevgisinden başka bir şey değildi. İnsanları çok seviyorduk. Bu yüzden de böyle bir eylemde yakalanan Develi ’li üç arkadaş, üç yoldaş idik…
İsmail Benli, Soner Baykara, Ali Galip Sayılgan…
Çocuk yaşta bizi hangi şartlar bir araya getirmişti?
Onca yıllık aradan sonra bunu hep düşünsem de, soruma yanıt olarak bulduğum tek cevabım ise; kendimizi fedakârca paraladığımız, karşılıksız insan sevgisinden başka bir şey olmadığıydı…
Anadolu'nun sessiz ve sakin şirin bir kazası olan Develi’de, Ağustos ayının cırcır böceklerinin geceye serenat yaptığı bir hafta sonunda biz kararlaştırdığımız gibi afiş yapıştırıyorduk. İşin tuhaf tarafı afiş yapıştırırken (diğer bir deyimle) biz, eylem üstünde yakalanmıştık.
Gece daha henüz, tan ışığına teslim olmamıştı ve ay ışığında Erciyes, 3916 metre yükseklikten sanki beni ve bizi seyrediyordu.
Beyaz gelinliğin beyazlığında beyaz bir rengi anlatmak gibi par-ı ak, ay ışığının şavkında daha bir karanlığı yırtıyordu. Karanlığı yırtmaya Erciyes oysa çoktan başlamıştı. Zirvesinde duran o müthiş beyazlık ay ışığının şavkında karanlığa karşı dimdik ayakta onuruyla duruyordu.
Özgür bir duruşa bel vermiş, dumanlı başı dimdik fütursuzluğunda, en kurak geçen yaz aylarında bile zirvesinde karı hiç eksik olmayan o eşsiz görkemli heybetini işte o gece Erciyes' de bir kez daha görmüştüm.
Heybetinden bir şey kaybetmeyen o duruşuyla sanki bize bir şeyler anlatmak istiyordu. Bağımsız hür olabilmenin timsali Erciyes, kendi zirvesinden sanki bizi izliyordu.
Rüyadan uyanır gibi birden ılık bir rüzgâr yaladı yüzümü. Gözlerim telaş içinde Ak Gelin(Ağ Gelini) aradı… Öyle ya, Erciyes Ağ Gelin siz olmazdı…
Bu kez ben, ayın şavkında belirginleşen, Ağ Gelinin sulietine baka kaldım. Çünkü Ağ gelin, yürekliliğinin yanı sıra, bir o kadar da heybetli bir duruş sergiliyordu Ağ Gelin.
"Ağ gelin indim ola yayladan,Kaşın değil gözün beni ağlatan,Satın mı aldın güzelliğin Mevla’dan,Alırım ahtım'ı da koymam seni Ağ gelin,
Sürmelim, sen bilin…"(***)
Ağ Gelin. Kendi söylencesinde esarete asla ödün vermeyen namus timsali oluşuyla ünlüydü.
Develi yöresinin Ağ Gelin söylencesi Erciyes dağının zirvesine yakın bir yerde çocuklarıyla dimdik duruşu kulaktan kulağa tekrarlanarak Ağ Gelin söylencenin anısı hep canlı kılınmıştı.Ağ Gelin elinden tuttuğu çocuğuyla birlikte (ilk isteği üzerine) taş olmayı yeğlemişti!Erciyes'in zirvesine yaslanmış gibi, kımıldamadan duruyordu taşlaşmış büstünün sanki o müthiş sulieti!
Nedense, içimden sanki o anda, bir daha Ağ Gelin’i göremeyecekmişim gibi ansızın Ağ Gelin’e baka kalmıştım.
Ağ Gelin namusuna gölge düşürmemek için bu yolu seçmişti. Namussuzca yaşamaktansa taş olmak, belki de onun için en güzel çözümdü. Nitekim de bu yolu seçti… İlk isteğine göre Ağ Gelin çocuklarıyla birlikte taşlaştı.
Zira namus, dün olduğu gibi bugünde Türkiye topraklarında yaşayan halklar için önemli bir kavramdı. Dünya coğrafyasının paylaşımıyla kendini gösteren ulus aidesi, aslında kendi milli burjuvazisinin sorunuydu.
Milli burjuvazi bu sorunu hep, elinde tuttuğu kendi propaganda aracıyla vatanın kutsallığını en iyi bir şekilde işler. Vatan’ın kutsallığı namusla özdeşleşince toplumun en ücra kesimleri içselleştirilen bu kavramlara kendi sorunuymuş gibi sahip çıkar.
Ulusu ulus yapan aslında en önemli kriterlerinden biriside budur, ulusun ulus olma sürecinde geçirdiği fermantasyon dediğimiz mayalanma sürecinin bileşkesi tam da budur.
Aslına bakarsak dünya ölçeğinde var olan bütün ulus devletlerinde bu sorun aynıdır. İşte bu nedenledir ki devlet özgülünde temsiliyetiyle özleşen yükseliş, vatan tılsımıyla yoğrulan hamurun hammaddesinde önemli bir saç ayağı gibidir.
Bu nokta da milli burjuvazi asla gözükmez, onun, ideolojisi insanların benliğinde var olur. Özünde ulusu ulus yapan milli burjuvazinin çıkarlarıdır. Mesela Çanakkale’de ölenler arasında milli burjuvazinin sınıfından hiç kimseye rastlayamazsınız.
Ölen milyonların üstüne bağdaş kurmuş vatan kavramının kutsallığından dem vurup toplumun iliklerine kadar sömüren milli burjuvaziye rastlayabilirsiniz…
Milli burjuvazinin propaganda araçları hiç kimsenin farkına varmadan namusu çoktan vatan ile özdeşleştirmiştir bile.
İşte bu yüzden dir ki insanlığın gelişiminde kutsallaşan vatan kavramının yeri büyüktür. Ulus devletlerinin oluşumunda bu kavramın rolü büyüktür. Bu yüzden I. ve II. emperyalist paylaşım savaşlarında yüz binlerce insan vatanın bağımsızlığı uğruna hayatından olmuştu.
Maalesef en acıklı trajedi de Çanakkale’de yaşanmıştı.
Oysa bu ülkede o kadar Amerikan işbirlikçisi vardı ki, devletin içinde sözde vatan sevgisinden dem vurarak çeşitli kılıflar altında çıkarları gereği bu ülkeyi emperyalizme peşkeş çekme gayreti içinde hep var oldular.
Hala da bu değişmiş değil, ülkeyi birçok kılıflar içinde emperyalizme peşkeş çektiler, çekiyorlar. Tam bağımsız Türkiye hayalimiz gerçekleşene kadar, bu peşkeş furyası, hep var olacaktır.
Hibe ettiği hurdalarıyla borçlandırılan basiretsiz iktidar partileri, bir o kadarda ikili anlaşmalara imza atan işbirlikçiler sebil gibiydiler. Yani diğer bir deyimle en büyük işbirlikçileri başka yerde aramamak gerekiyordu.
Çünkü ülkeyi peşkeş çeken işbirlikçiler mecliste idi.
En büyük işbirlikçi partilerden ikisi olan DP ve CHP Marshall yardımının marifetini işbirlikçi ruhlarının ezgisinde güzellemelerini anlatmakla bitirememişlerdi.
Bu işbirlikçi partilerden dönemin Dış İşleri BakanıHasan Saka ve CHP MilletvekiliKasım Gülek söz birliği yapmışlarcasına, koro halinde tarihe not düşüyorlardı. ‘…Bu yardımın bağımsızlığımıza asla sekte vurmayacağını tam tersine sadece ABD, Türkiye’ye değil, tüm dünyada barış ve demokrasiyi güçlendirici bir adım olduğunun’ yalanını pazarlıyorlardı. İşbirlikçiler mecliste olduğu için başarılı olabil memeleri de mümkün değildi. Bu yüzden de çok rahat başarılıda oldular.
Vatan’ı namus değerleriyle özdeşleştiren 20. Yüzyılın ulus devletleri, Ağ Gelin’in kendine has özgün hikâyesinde bağımsızlığının sembolü olan bu onurlu duruşuyla efsaneleşmiş olmasıdır.
Osmanlı imparatorluğunun zayıf düştüğü son yıllarında bir kez daha atağa kalkan mandacılık ruhu kurtuluş savaşının galibiyetiyle sessizliğe gömülse de yıllar sonra onurlu başı dik, bağımsız bir ülke olma çabası Türkiye’nin bu durumu anlaşılan o ki işbirlikçilerimize yine fazla geldi…
Amerikan emperyalizminin sinsi tuzağı olan ve 1948 yılında gündemimize sokulan Marshall yardımı diye geçen borçlandırılma yöntemiyle Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirildik.
Emperyalist işgal güçlerinin topla, tüfekle, birebir işgal etmekle dize getiremedikleri Türkiye'yi Amerikan emperyalizmi yardım tuzağıyla dize getirmişti.
Borçlanma, borçlanma derken bunun sonu hiç gelmedi… Yerli işbirlikçilerimizin yeni efendileriyle gül gibi geçinip gidiyorlardı. Emirler Amerika’dan geliyor Türkiye uyguluyordu borç hanesi hiç silinmediği gibi, bir de üstüne üstlük borçlandırıldıkça borçlandırılıyordu.
Nedir bu Marshall planı?
Marshall planına katılmak isteyen her Avrupa ülkesine Amerikan mali yardımı, malzeme ve makinesini öngörülüyordu. "Marshall Yardımı" olarak bilinen bu anlaşma gereği, 1949'la 1951 yılları arasında Türkiye'ye sözüm ona ekonomik yardımlar yapıldı. Türkiye, artık batı yanlısı dediğimiz Amerikan yanlısı bir politika izlemeye başladı. 1948'de Marshall Planı'nın diyeti Türkiye'yi emperyalist tekellerine güzel bir pazar oldu. Bu yardımla Türkiye, ABD'nin ülkemize açtığı incirlik üssüyle birlikte bölgedeki en önemli taşeronluğunu pekiştirtirmiş oldu.
Hedef elbette yardım falan değildi. Yardımın içeriği, ''yardım'' adında, koca bir tuzaktı! Asıl sorun yardım görüntüsü altında borçlandırılmamız Türkiye Cumhuriyeti devlet yönetiminin basiretsizliğiyle özdeşleşmiş oldu.
‘Siyasal alandaki Truman Doktrini ’nin ekonomik uzantısı, Marshall Yardımı biçiminde ortaya çıktı. Türkiye, Marshall yardımlarından faydalanan ülkelerden biriydi ve Marshall yardımı, Türkiye için, ekonomik bağımlılığın başladığı yerdir. Marshall Planı, Avrupa’ya yardım etmek istiyordu.
Bu amaçla, 1948 yılında OEEC (Ekonomik İşbirliği Örgütü) kurulmuştu, ama Türkiye bunun dışında bırakılmıştı. İleri sürülen gerekçe, Türk ekonomisinin savaştan çok zarar görmediği ve kendi kendine yeterli niteliklere sahip olduğuydu.
Fakat Türk hükümeti durumu böyle görmüyordu. Amerikan yardımı, Sovyetlere karşı bir güvence olduğu gibi, hazırlanmış bulunan ekonomik kalkınma planının gerçekleştirilmesinde de kullanacaktı.
Bu yüzden Türkiye, ABD’ye başvurarak kendisinin de “Marshall planı” içine alınmasını istedi. Sonunda Amerika, Türkiye’yi de ekonomik yardım programının kapsamına aldı. Başlarda askeri nitelik taşıyan Amerikan yardımı, ekonomik bir niteliğe büründükten sonra Kemalist politikanın İlkerlerinin terk edilişinin başlangıcı oldu.’ (kaynak W.p)
Bir borç tuzağı olan Marshall Yardımı ile Türkiye hibe adı altında borçlandırılmıştı. Ayrıca Türkiye 11 Mart 1947'de IMF'ye, 14 Şubat 1947'de de Dünya Bankası'na üye olmuştu. ABD ile 27 Şubat 1946 tarihinde yapılan 10 milyon dolarlık anlaşmaya göre Türkiye, ABD'nin işine yaramayan savaş artığı malzemeleri satın alma durumunda bırakılmıştı.
I.ve ikinci II. Paylaşım savaşı sonrası emperyalizmin gelişimi Vietnam batağından sonra şekil değiştirerek bizim gibi ülkelerini IMF kanalıyla borçlandırma konumunu seçmiştir. Yardım ve kredi yöntemiyle kalkınmayı amaçlayan bizim gibi ülkeler adeta aciz bırakılarak Amerikan sız yapamayacak konumuna düşürülmüşlerdir.
Asıl sorun krizde bulunan tıkanan Amerikan sanayine pazar açmaktı ve öyle de oldu. Koca bir borç tuzağına dönüşen Marshall Yardımı ile Türkiye sözde hibe adı altında akıllara durgunluk verecek bir şekilde borçlandırılarak Türkiye'nin kendine özgü gelişmekte olan ekonomisi bağımlılaştırılarak çökertilmiştir.
Bu durum modern mandacılığın iz düşümü gibi gerçekliğe ulaşıp ülkemizle içselleştirilmiştir.
Ha sömürge ülkelere açıkça atanan komiserlerin denetimi, ha CIA'nin el altından denetimi… Aradaki farkın şimdilik gizli kapaklı olmasıdır.
Çok bilindiği gibi 12 Eylül sonrası kurulan Amerikan icazetli siyasal partilerin ülkenin talanından tutalım da yabancılara satılan topraklarına varana kadar yağmalanan bir süreci yaşıyoruz.
Siyasal iktidarın birebir yaptıkları aleni hırsızlıklar nasıl ayyuka çıktığını ne yazık ki yaşayarak gördük. Cukkalarını doldurmanın elbette bir bedeli olmalı. Onursuzluğun olağanlaştığı bir sürecinde elbette bir bedeli olmalı.
Mesela Ağ Gelin onurunu taşlaşarak korumuştur. Bizim iş birlikçiler ise ülke çıkarları yerine Amerikan emperyalizminin çıkarlarını koruma yönünde nasıl yaranırım yarışında bir çeşit ''onursuzluk'' savaşımı vermektedirler.
Daha henüz 1973 yılında, afişleme eylemi, o kadar moda değildi. Afişleme eyleminde yakalanmamız, sessiz bir o kadarda sakin kazamız olan Develi’de çok konuşulan bir gündemin kendisi olmuştu.
Polislerin bizleri korkutmak isteyen bilgiç tavırlarının yanı sıra, bilmem kaç yıl hapis yatacağımızın ninnilerini dinleyerek geçirmek zorunda kaldığımız nezarethanemizde, buz gibi beton zeminde uyuyabilmekte mümkünde değildi.
Uykusuzluğumuzun yanı sıra psikolojik baskı ayrı bir tiyatronun kendisiydi şüphesiz. Kayseri ilinden gelen siyasi polislerin sorgusu vs. derken, bizi bir hayli bitkin düşürmüştü.
Nezarete tıkılmamız hafta sonuna denk geldiği için haliyle Pazartesi gününü iple çeker olmuştuk. Haftanın ilk günüyle açılan Adliye’ye biraz da gecikmeli olarak sevk edilmiş olsak da polis karakolunda olumsuz havadan kurtulmamıza azda olsa sevinmiştik.
Her şeyi pekiyi bilen polislerin yanı sıra gece bekçilerinin oynadığı suflörlü tiyatro oyununda bilmem kaç yıl hapislerde sürüneceğimizin, hatta hayatımızın nasıl ve ne şekilde kararacağının rolleri sahne almaya başlamıştı çoktan. İşte biz tamda böyle ajitasyon eşliğinde mahkemeye çıkarılmıştık.
Önce hâkim isnat edilen suçu kabul edip etmediğimizi sordu. ''Kabul ediyoruz çünkü suçüstü yakalandık'' demiştik üçümüzde, üç ağızdan.
Hâkim isnat edilen suç delillerini incelemek için özenle sicimle bağlanmış afiş rulosunu açtı.
Hâkim Bey’in bakmak için açtığı afiş rulosu bana, haddinden fazla uzun gelmişti. Gelişebilecek durum hakkında da en ufak bir bilgim yoktu.
Aslında biz gelişmelerden doğabilecek neticeyi kavramaktan çok uzak haddinden fazla çocuktuk. Bir bakıma yerinde kullanılan bir deyim gibi, boyumuzdan büyük işlerle uğraşıyorduk.
Biz en azından Amerikan emperyalizminin ne olduğunu kavramıştık. Vietnam’da katledilen yüzbinlerce suçsuz insanlarla birlikte Amerikan askerlerince tecavüz edilen sonra da fahişeleştirilen kız çocuklarını biliyorduk.
Daha bitmedi Küba’daki gelişmeleri, Kamboçya’daki. Bütün bunları bilsek de biz yine de çocuktuk. Daha henüz bizim doğru düzgün bıyığımız bile terlememişti.
Evet, çocuktuk. Hâkim Bey’in suratındaki ekşime ile beliren şaşkınlığını biz neye yorumlayabileceğimizi anlamayacak kadar çocuktuk. Bu gün bile hala o anı düşündüğümde, hâkimin şaşkınlığının silueti, hiç bitmeyecek gibi duruyordu sanki o anki mahkeme salonunda.
O anda mahkeme salonunun sesliğini yırtan gür bir sesle irkildiğimi hatırlıyorum.
Yakalandığım gece yüzümü yalayan ılık bir rüzgâr bu kez de mahkeme salonun penceresinden yüzümü yalıyordu. Rüzgârın serinliği, yakalandığımız o gece, ayın şavkında belirginleşen Ağ Gelin’in sulietini beynime nasıl kazıdığımı bana anımsattı.
Bir den irkildim, anımsatmayla birlikte düşlemelerim yarım kaldı.
Bu gür ses;‘Kahrolsun Amerikan emperyalizmi ve Kisinger!’ diyerek sanki bağırırcasına bu satırı okudu…
Birden hiddetli bir yumruk indi masaya.
Yumrukla masanın etkilenişimin den doğan GÜMM! , sesi kapladı salonun o anki sessizliğini.
Hâkim’in bu tavrını hayrımıza mı yoksa şerrimize mi idi bilemiyorduk.
Afişte resmedilen konu, balyoz gibi güç simgesi betonu parçalayacak kadar hırslı, sımsıkı sıkılmış proleter (işçiyumruğu) sanki karşımızda duruyordu.
Çizgilerde dehşetengiz bir gücü simgeleyen sıkılı işçi yumruğu vardı. Bu yumruk bileklerine vurulmuş zinciri koparan emeğin simgesiydi…
Demirden bir bilekliğe bağlı, kopan zincirin halkaları havada uçuşurken, üç boyutlu gibi çizilmiş ''Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger!'' cümlesini, un ufak eden bu emekçi yumruğu, politize olmuş bir yaşamın en güzel ruh halini, adeta bir tablo edasında bütün ihtişamı bu afişimizin içindeydi.
Duvarlara asmaya çalıştığımız bu afişimiz, Amerikan emperyalizminin aleyhtarıydı.
Kendi yaşıtlarımız arasında biz üç kişi Amerikan emperyalizmi aleyhtarı çocuk devrimcilerdik. Böyle olduğumuz içinde yakalanmıştık.
Her şeyden önce antiemperyalisttik.
Bizim ahvalimizin yanı sıra yakalattığımız afişimizin genel formatlarındaki teması buydu.
O gür sesiyle okuduğuyla yetinmedi, bir kez daha mırıldanarak okudu: '' Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger! Hımm! … '' dedi…
'Doğrumu bu? Bu afişi yapıştırırken mi yakalandınız?' dedi.__ 'Doğru' dedik.
Ama asla bir suçlu gibi de boynumuzu hiç bükmedik. Çünkü biz suçlu değildik.
Çocuk kafamızla da olsa biz biliyorduk ki biz, Amerika'nın lanet olası o Marshall yardımına bizim hiç mi hiç ihtiyacımız yoktu.
Dönemin simgesi olan; süt tozu, un ve peynir tenekeleri bize, kaderimizle oynayan işbirlikçilerin, ruhlarında yatan değerin kalitesini anlatı
İlkokulda beslenme adı altında her sabah verdikleri, kaynatılmış bir bardak süt tozu da bunun eseriydi.
Ülkemizdeki yaşayan gelmiş geçmiş bütün işbirlikçiler kelli felli bir konumda olsalar da ruhları gereği işbirliği yeğlemişlerdi bağımsızlık onlara fazla gelmişti.
(Hugo Chavez kaleleri Karakas gecekondu, Venezuela, sık sık ABD karşıtı mesajlarla siyasi duvar resimleri bulunmaktadır.)
Olan oldu…
Marshall yardımını kabul ettik. Emperyalizmin boyunduruğuna girmeyi işbirlikçiler düşünmese de, o günlerde çocuk halimizle vahameti biz düşüyorduk.
Sahi İncirlik gibi en stratejik bölgemizde Emperyalizmin boyunduruğuna girmeyi dönemin işbirlikçileri düşünmese de, o günlerde çocuk halimizle bu vahametin ayrıntılarını düşüyorduk. Sahi İncirlik gibi en stratejik bölgemizde Amerika'nın ne işi vardı?
Çünkü yaptığımız işten gurur duyuyorduk.
İfademizi alan siyasi polise, karakol polis ve bekçilerine bakarsak kandırılmıştık…
Acaba biz çocuklar mı kandırılmıştık yoksa kendileri mi?
Beyler bizi bizden sanki daha iyi biliyorlardı.
Oysa kandırılanlar kendileriydi!
İşin tuhaf tarafı; tuhaflık bu ya, biz kendilerinin kimler tarafından kandırıldığını biliyorduk ama bizi kimin kandırdığını maalesef bilmiyorduk…
Çocuktuk belki ama asla mı asla şerefsiz değildik!
Çünkü çıkarları uğruna kandırılanlar gibi asla kandırılmamıştık.
Emperyalizmin nasıl bir aşağılık mahlûk olduğunu, ülkemizi yöneten Marshall planını kabul eden işbirlikçilerden daha iyi doğruları biliyorduk. Hâkim, polislere dönerek; '' Bu çocukları kim yakaladı?'' diye sordu.
Polis ve bekçiler gururla bir adım öne çıkarak ''BİZ! '' yakaladık dediler.
Bende söylüyorum ''Kahrolsun Amerikan Emperyalizmi ve Kisinger!
Haydi, gelin beni de yakalayın o zaman'' diyerek hışımla aya kalkan hâkim, bir anda; ''Gidebilirsiniz çocuklar serbestsiniz!'' deyi vermişti!
''Bir daha bu çocukları, kahrolsun Amerikan emperyalizmi yazan afişlerle yakalarsanız hakkınızda kovuşturma açarım '' diyerek, son noktayı koymuştu!
Tabiiki bu gelişme burada bitmemişti Amerikan aleyhtarı siyasi içerikli afiş yapıştırırken yakalanmamız Develi’nin en ücra köşesine kadar duyulduğu için Soner’in babası haliyle mahkemeye oğlunu görmeye gelmişti.
Soner’in babası Develi Tapu Dairesinin Müdürü idi, neredeyse mahkemeye ilk gelenlerden biriydi…
Amerika’ya karşı geldiğimiz için hapislerde çürüyeceğimizden tutunda hakkımızda yapılan kara propaganda Soner’in babasının kulağına gitmiş mi dir bilinmez ama bir baba olarak yüzünde endişe izlerine rastlamak mümkün değildi.
Mahkeme Hâkimi son olarak Soner’in babasına dönerek ‘Oğlunla gurur duymalısın!’ demesiyle birde duvarları kirletme cezası olan 3-lira ödememiz koşuluyla mahkemeyi bitirmişti.
Mahkeme hâkiminin verdiği bu karar, sanki çocuk yaşlarda bizlerin, emperyalizme karşı mücadelemizde yalnız olmadığımızın bir göstergesiydi. Beklemediğimiz bir anda böylesine destek, bizde adeta şok etkisi yaratmıştı. Doğrusunu isterseniz böyle bir gelişmenin oluşabilmesini hayal bile edemezdik… Bu yüzden şaşırmıştık.
1973 yılında ülkemizin bağımsızlığından yana sadece çocuk yaşta üç genç değildik. Mahkeme kararıyla yalnız olmadığımızı gördük.
Aradan yıllar geçti çok sonraları birde 12 Eylül faşizmi üzerimizden buldozer gibi geçti. Ağır işkencelerden geçirildik Sultan Ahmet askeri Cezaevinden
Metris’e varana kadar birçok cezaevlerinde bulundum. Kendi payıma ömrümün 10 yılını cezaevinde bıraktım. Diyebilirim ki ben, biz hala da yalnız değiliz!
Kahrolsun Amerikan emperyalizmi!
…Ve onun yerli işbirlikçileri!
26-04-2010
_Ali Galip Sayılgan_
DİP NOT:
(*) Henry Alfred Kissinger (d. 27 Mayıs 1923, Fürth), Almanya doğumlu Yahudi kökenli ABD'li diplomat, siyaset bilimci ve siyasetçi. Ayrıntılı bilgi: http://tr.wikipedia.org/wiki/Henry_Kissinger
(**)Willem Oltmans, Küresel Terörist, Lyndon Johnson, emrindeki en yakın adamları tarafından kendisine yalan söylenmiş olduğunu fark edince, aniden, Ocak 1969'dan sonra Beyaz Saray'da kalmayacağını, aday olmayacağını açıkladı. ABD istihbarat servislerini, denetimi dışında çalışan ‘Cinayet Anonim Şirketleri’ olmakla suçladı. Bıkkın, üzgün, gerçeklerin farkına varmış ve belki biraz daha anlayışlı bir adam olarak Texas'daki çiftliğine döndü.
Roosevelt’ten bu yana tüm ABD başkanları, diş politikalarını, tek bir Amerikalının hayatının, başka yerlerde yaşayan erkek, kadın ve çocukların canından bin kez daha değerli olduğu şeklindeki zararlı anlayış temelinde yürüttüler. İnsan hayatının değerine ilişkin benzer bir sakat anlayışla yaşayan başka bir tek ülke var: İsrail. Orada, İsrail tarafındaki her bir kaybın intikamı, daima, on katı Filistinli -taş atan çocuklar dâhil öldürülerek alınır.
Harry Truman, bu anlayışı, II. Dünya Savaşı sırasında Amerikalıların çok değerli hayatlarının daha fazla yitirilmesini önlemek için, yalnızca Hiroşima'da 88 bin erkek, kadın ve çocuk öldürerek gösterişli biçimde gözler önüne serdi. Hitler ve Göring 5 Mayıs 1940'da benzer bir karar aldı.
Eğer Hollanda işgalci Nazilere teslim olmazsa, Rotterdam bombalanacaktı. Kraliçe Wilhelmina şantaja boyun eğmeyi reddetti. Hollanda, ancak Alman Hava Kuvvetleri Rotterdam'ın merkezini yok ettikten sonra Hitler'e teslim oldu. Truman bu Nazi taktiğini Hiroşima ve Nagazaki'de tekrarladı. 1940'lı yıllara kadar gidersek, Hitler ve Truman da tıpatıp aynı savaş suçunu işlemişti.
Washington, II. Dünya Savaşı'ndan ve dünyaya egemen güç konumuna geçtiğinden beri, sıklıkla dünyanın her tarafına müdahale etti. Kore Savaşı (1950-1953), gerçi biçimsel olarak BM desteğine sahip olan, ilk kitlesel askeri kapışmaydı. Bu savaşta 33.629 ABD'li askerin ve 415.004 Güney Korelinin öldüğü ileri sürülüyor.
Kuzey Kore, tahmini olarak 2 milyon kayıp vermişti. Yine de Washington hâlâ Pyongyang yöneticilerini, Washington'dan farklı ideallere ve hedeflere sahip olduğu için, adi haydutlar olmakla suçluyor. [sayfa:143]
Washington Vietnam'da, 1958'den 1975'e kadar askeri operasyonlar yürüttü. ABD ilk kez, altına imza koyduğu BM Sözleşmesi'nin ilkeleri dışında bir savaşa girmeyi tercih ediyordu. Komünist blok da dâhil, dünyanın geri kalanı Amerikalıların Asya'da işlediği savaş suçlarına izin verdi çünkü ne BM'nin ne de başkalarının onlara karşı yapabileceği hemen hemen hiçbir şey yoktu. 1960'lı yıllarda Hollanda'da hiç kimse, o sıralar dost bir devlet başkanı olarak bakılan L.B. Johnson'a, ciddi biçimde hapse gönderilmeyi hak eden bir kitle katili ve bir savaş suçlusu demiyordu.
ABD Vietnam'da yaklaşık 58 bin askerini kaybetti. Vietnamlı kayıpların sayısını pek az kişi bilir çünkü bunu kimse önemsemiyordu. Washington ve çevresinde yerleşik, yabancı ülkelere kötü niyetli saldırılar yapmak üzere biçimlenmiş Beyaz Saray, Savunma Bakanlığı, CIA ve çeşitli diğer terörist örgütler sayesinde Vietnamlı kayıpların sayısı milyonlara ulaşıyordu.
1950 ve 1975 yılları arasında Asya'daki iki büyük savaşa ek olarak, ABD dünyanın hemen hemen her kıtasında sürekli olarak terörist eylemler gerçekleştirdi. Kuzey Amerika, neredeyse iki yüzyıldır askeri çatışmalardan uzak kalmış bir yeryüzü parçasıdır. ABD halkı, ‘Amerikan kalesine saldırılamaz’ inancını apaçık bir gerçek gibi kabul etmeye başladı. Gerçekten de dünyada hiç kimsenin herhangi bir şekilde misilleme yapacak durumda olmadığının farkına varan Amerikalıların, dünyada yalnızca kendilerinin, istediğini yapabilecek ve seçtiği herhangi bir hedefe saldırabilecek konumları nedeniyle, basiretleri bağlandı.
Soğuk Savaş yıllarında sürekli bir nükleer çatışma tehlikesi vardı. Bu dehşet verici gerçeklik, bir ölçüde Washington'un dünya işlerinde çok gaddarca davranışlarda bulunmasını engelliyordu. Fakat SSCB'nin çöküşünden sonra, uluslararası ilişkilerin her düzeyinde ABD tek yanlılığının ve Amerikan zorbalığının önünde alabildiğine geniş bir alan açıldı. Dünyanın çevre sorunu üzerine hazırlanan Kyoto Protokolü bile artık ABD tarafından uyulması kabul edilen bir anlaşma değil.
Birleşmiş Milletler Sözleşmesi'ne bile Washington'da bir baş belası olarak bakılıyor. ABD yıllardır BM'ye borçludur ve hiçbir zaman kendi aidatlarını, birçok uygar ülke gibi, zamanında ödemedi. Çok yaşlı ve artık yürüyemeyecek durumda olan bazı dangalak Amerikalı yasa yapıcılar, ABD'nin BM'ye karşı yükümlülüklerini yerine getirmesini önlemek için oy vermeye tekerlekli sandalye ile getirildiler.[Sayfa: 144]
(***) Ağ Gelin'in Develi’de yaygın bir efsane şeklinde anlatıldığını belirten Kadir Özdamarlar, taş kesilme motifine uygun olan bu ağıtın öyküsünü şu şekilde anlatmaktadır.
“Koçgun Devri" adı verilen 1603-1607 yıllarındaki isyan ve soygun hareketlerinde Develi’de etkilenmiştir. 1603 yılında ünlü eşkıya Tavil Mehmet’in yine Han Mehmet adındaki eşkıyanın yaptığı kötülükler ile aşiretler arasındaki kanlı çatışmalar meşhurdur.Ağ Gelin efsanesi de bu kötü günlerin izlerini taşımaktadır.
Efsanenin halk tefekküründeki gelişimi şöyledir: Develi’den bir Türkmen obası, Erciyes’in güney eteklerinde bir yaylaya çıkarlar. Bu obada, ahlaki ve fiziki güzelliğinden dolayı Ağ (Ak) Gelin adı verilen bir gelin vardır. Kocası ve iki çocuğu ile beraber mutlu yaşarlarken, kocası gurbete çalışmaya gitmiştir.
Develi çevresinde yaşayan bir eşkıya, güzelliği ile şöhret bulan Ak Gelin’e göz koymuştur. Sahipsizliğini de anlayınca, bir gece obayı basarak kaçırmak ister.
Namus timsali Ak Gelin, olayı anlar; gece karanlığında iki çocuğunu ve küçük sandığını yanına alarak, karışıklıktan da faydalanarak gizlice Erciyes’e doğru kaçar.
Erciyes’in ortalarında öyle bir yere gelir ki, ilerisi uçurum gidilmez. Geriye dönse eşkıya. Gözyaşları ve çaresizlik içerisinde ellerini açar ve Allah’a yalvarır: "Allah'ım! Beni ve çocuklarımı ya taş et, ya da kuş." Duası, kabul edilir. İlk defa taş et dediği için, onlar taş kesilir.
Güneş doğunca oba sakinleri ve eşkıya; Ak Gelin, iki çocuğu ve çeyiz sandığının hayretle ve şaşkınlıkla taş kesildiğini görürler. Günler sonra obaya dönen kocası olayı annesinden öğrenir. Koşarak ailesinin taş kesildiğini görür.
Uzaklardan bir ses duyar: "Yiğidim namusunu bir eşkıyaya çiğnetmedim. O eşkıyadan ahtı mı koma." Bu ses Ak Gelin’in sesidir. Delikanlı taş kesilen ailesine bakarak: "Alırım ahtını, koymam Ak Gelin!"diye haykırır.
Bu yazım 11 Temmuz 2014,Cuma 22: 57 de yazılmış olsa da Özgür-Meydan isimli bu sayfamın yüz yüze kaldığı ‘database’ hatası yüzünden bahsi geçen bu yazıma da veda etmek zorunda kalmıştım-ki çok sonraları (yaklaşık bir yıl sonra.)
‘İstanbul Indymedia Bağımsız Basın Merkezi’nin arşivinde bir tesadüf sonucu bu yazıma rastlamış olmam, benim içinde nasıl sürpriz olduğunu herhalde anlatmama gerek yok.
Tekrar alıntılayıp buraya aktardığım yazımın adresi şöyle:
<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<<|>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>>> TÜRK FAŞİZMİ İLE SAHTE KÜRTLER NEYİ TADACAK?
Tadacakları şeyin bayramlık şeker olduğunu falan düşünüyorsanız, daha çok sanıp beklersiniz. Tadacakları bayramlık şeker değil ve öyle bir şekerde hiç olmayacak!
Bunca yıldır Kürde reva görülen havuç ve sopa tabirli stratejinin, faşizmin sindirme doktrini devri çoktan geçtiğini herkes biliyor. Kimi Kürtlerin bilinçaltı sömürgecilik kuşağında bir çeşit hipnoz sendromunda bir gerçeği dile getiriyor.
Güneşin balçıkla sıvanamayacağı gibi, bu türden aleni gelişmeleri, sıradan Kürtlerde çok iyi biliyor.
Ulusların devlet olduğu çağda Kürtlerin acılı bir halk olarak yıllar yılı sürdürdükleri bağımsızlık mücadelesini getirip Kürt burjuvazisinin çıkarlarının Türk burjuvazisinin çıkarlarından soyut olmadığı(*) konseptiyle hareket etmek literatürdeki adı işbirlikçiliktir.
Dünün işbirlikçileri Kürtlüğünü inkâr ederek PKK’ya karşı koruyucu olmaya kadar vardırırken bu günün işbirlikçileri şekil ve nostaljilerini değiştirirlerken teorilerini de değiştirmeyi ihmal etmemiştir.
Garp Cephesinde yeni bir şey yok diyemeyeceğiz bu kez, çünkü ortada yine kandırılan, kandırılmak istenen Kürtler var.
Beş parçaya bölünmüş Kürt’ün acılı mücadelesini Türk ve Kürt burjuvazisinin çıkarlarına bağlamak olsa olsa siyasal mastürbasyondan başka bir şey değildir. Öyle ya, siz örgüt şeflerinden daha mı iyi bileceksiniz?
Dün uğruna savaştığımız devlet bu gün savaşmak için değerini yitirmiş durumdadır? O halde, ya ölenler?
Devlet yoluna mı?
Yoksa (…) yoluna mı öldüler?
Şimdi böyle bir handikap içinde ölenlere kim nasıl ve ne için şehit diyecek?
Bir şehit kandırmacası almış başını gidiyor…
Kendimizi mi kandırıyoruz? , başkasını mı kandırıyoruz? , yoksa uzaylıları mı kandırıyoruz? Aynı dinden olanlar bir biriyle savaşıyorlar, herkes kendi tarafının ölenlerine şehit diyor.
Şehitlik kavramı dinsel bir ögedir aynı dinden insanların bir biriyle savaşı mekruhtur. Asla şehit sayılmazlar.
Nereden baksan tutarsızlık denilen öge bu olsa gerek…
Kapitalist çağdan (ara toplum biçimi olan sosyalizm yaşanmadan) direkt Komünizme geçildiğini ileri sürmek ne kadar saçmalıksa (ezenle, ezileni görmeyip, daha da kötüsü işçi sınıfıyla burjuvazinin tarihsel antagonistleşmiş çelişkisini yok sayıp) gerçekliği yadsımak buna biat etmek, nasıl ki kafayı peynir ekmek yemekle eş değerde ise, ulus devletlerinin en revaçta olduğu dönemde, üstelikte ulus devletleri (hiç birinin) fire vermemiş ligi günümüzde yaşanırken, ulus devletinden vaz geçtik söylemi aklın pek de alametle ilintili olmadığını gösterir. Dahası var, bu türden absürt teori sahiplerinin ruh sağlığında problem var sanısı ortaya çıkar.
Avrupa birliğinin kendi aralarında sınırlarını kaldırması pazar sorununu kolaylaştırmakla ilintilidir. İkinci şık ise, Amerikan emperyalizmi karşısında iktisadi ve siyasi ciddi bir güç oluşturmaktır. Bu birliktelikten kaynaklanan sınırların kaldırılması gibi uygulamayı, ulus devletinin iflası gibi kaba yorumlarla argüman oluşturmak, toplumların baş belası olan burjuva sınıfının karakterini kavrayamadığımızı ortaya çıkarır. Unutulmasın ki ulusları yaratanlar dönemin egemenlerinden başkası değildir.
‘Ulus çağında ulus devletini çöp sepetine attık’ diyerek, sözde teorisi yaptığını sananlar, devletlerin içinde devletsiz Kürtler projesiyle uçuk kaçık hayalleri egemen ulusun burjuvazisine kendi gelişmekte olan burjuvazisini peşkeş çekmektir. Sadece bu kadarla olsa iyi, aynı zamanda bu Kürt halkının hayallerinin de peşkeş çekilmesi daha bir düşündürücüdür.
Radikal demokrasi gibi ne idüğü belirsiz teorilerin ana teması uzlaşmaz olan sınıfsal çelişkilerin kombinasyonunu ret ederken, tarihi sınıf mücadelesini mezara gömmesiyle ünlüdür.
Bu yüzden Marks’ı sevmezler.
Burjuvazinin tarihsel işlevi gibi ikide bir Marks’a kulp takmaya çalışırlar.
Marks, onlar için küpüne zarar keskin sirke gibi iflah olmaz bir şekilde işçilerden yanadır. Bu yüzden Marks’a inat iğdişleştirilmiş bir radikal demokrasiyle burjuvazinin düzeninde kuyrukçuluk yaparlar. Radikal Demokrasinin teorisiyle hareket edenler er geç ağır bedellerle kazanılan mücadeleyi Türk burjuvazisinin potasında eritmekten başka bir yol seçemez. Çünkü savunduğu radikal demokrasi teorisi bu platforma kaldırılan trenin tarihsel meşhur istasyonudur.
Abdullah Öcalan kimi kandırıyor bilmiyoruz ama taraflarını kandırdığı bir gerçek.
Uluslararası siyasetteki gelişmeler Abdullah Öcalan’ın tekerine çomak soktuğu da ayrı bir gerçek.
Rusya’nın ve İsrail’in açıklamaları tavırlarını (gerektiğinde seçimlerini) bağımsız Kürdistan’dan yana koyacaklarını deklare etmeleri bağımsızlığa veda eden PKK’yı oldukça ciddi açmaza sokmuştur.
İlk rahatsızlık belirtisi İMC – TV’ye konuşan Hatip Dicle’den geldi.
‘‘Biz Kürt devleti fikrini tarihin çöp sepetine attık. Barzani Kürt devletini Kurmamalı… Referanduma götürmemeli, halk ‘Devlet’ der ve doğru olmaz. Siyasetçinin görevi bunu engellemek…” Bu sözcükler kimin nasıl telaşa düştüğünü gösterirken niyetlerini aleni bir şekilde açık ediyorlar.
Barzani ‘Kerkük Kürdistanındır’diyerek hata yapıyor. Kerkük tüm halklarındır. Kerkük Kudüs gibidir, sadece bir halkın değil (sadece Kürtlerin değil) tüm halklarındır… Bütün halkları mutlu edecek konsensüs sağlayıp savaşları acıları bertaraf etmek lazım. ” Tarihe basit bir göndermeye yapmaya kalktığımızda Ziya Gökalp akla gelir. Ziya Gökalp’ın itibarını dillendirenleri Allah konuşturuyor dersek sanırım mesnetsiz olmayacaktır.
Devam ediyor; ”Kürt parayı bulunca ya gider birini vurur ya da üçüncü bir kadınla evlilik yapar. Güneydekiler biraz para, rahatlık buldu hemen devlet kurmaya girişiyor… Ulus Devlet diyerek (Kürdistan Devleti diyerek) halkları heba etmemeli… İran katliamlar yapsa da Kürtler için daha iyidir, mesela İran’da Kürdistan eyaleti var…” Ne ala memleket…
Bunları bir Türk olarak biz söylesek otomatikman ırkçı ilan edilirdik ama bunları bir Kürt mantalitesinin söylemesi Kürtlüğün iki tarafı keskin bıçak sırtında nasıl raks ettiğini gösterir. Son söz olarak diyebileceğim şudur; hiç kendinizi yormayın fazla ıkınarak da kabız falan olmayın. Dün gerçek Kürt sandığımız bugün pek revaçta olan sahte Kürtler, Türk faşizmiyle birlikte er geç Kürt ulusunun, ulus devletinin (sevincini diyemeyeceğim) ama, ruhlarında bunun acısını, mutlaka tadacaklar.
Bir Türk olarak demem o ki, Kürtlüğün acılı yazgısından parsa toplayanlar unutulmasın ki yine Kürtlerin kendi içindedir.
Adaletin olmadığı bir ülke de adalet bakanı olur mu? Olmayan adaleti temsil eden bakanlıklığın nasıl adaleti temsil ettiği tabii ki tartışma götürür.
Bu durum haddinden fazla trajikomik olsa da, bizim gibi ülkelerde olmazsa olmazlarımızdan bir tanesidir. Mülkün üzerinde yükselen ”adalet” vurgusu olduğundan çok yapılıyorsa bilin ki altında bir bit yeniği vardır. Ben buna 366.gün sendromu diyorum. 366.gün sendromunun detaylarına ilerleyen satırlarımda gireceğim.
Bizim gibi ülkelerin en büyük handikaplarından bir tanesi adalet kavramının varmış gibi zihinlere empoze edilmeye çalışılmasıdır.
Adalet kavramının nesnelliğini biraz deşelediğimizde olmayan Tanrıya inanılış gibi, olmayan adalete (sosyolojik evrimimize uygun bir şekilde) inandığımız / inandırıldığımız ortaya çıkar. Sonrası malum, envayı çeşit doğa olaylarının müsebbibini Tanrının ilahi adaletinde ararız. Tanrının ilahi adaletine övgüler yağdırırız…
Olmayan adaletin bakanlığı olan bir ülkede ‘ Varmış gibi davran Kanka!’ misali, haksızlığa uğradığımızda bile davranışlarımızın kökenine içselleştirdiğimiz olmayan adaleti ararız.
Davranış şeklimizin dili görünmez bir olgu gibidir, olmayan Tanrının varlığına inanmamızı sağlayan en temel özellik, sorgu yetimizin durdurulması işlevsizleştirilmesiyle ilgilidir.
Mesela cehaletin bireysel güvenine Tanrı’nın var olmadığını asla anlatamazsınız. Buna hiç bir koşulda inandıramazsınız. Onun inandığı şekil varlığının ispatı gibidir, bu yüzden ispata ihtiyacı yoktur. Cehalet kendi anatomisini ilk başta sorgulamaya kapatmıştır. Sorgulanan her şey bilimsel metodolojiye bir adım yaklaşılmış demektir. Bu yüzden cehalet kendi iflasının senfonisini dinlemek istemez.
Unutulmasın ki putlara karşı çıkılırken yerine önerilen yeni put’un bir aydınlanma bir biçemi olarak yutturmak tarihsel açıdan tradejinin kendisidir. Sonuç itibariyle göksel Tanrı yersel Tanrının yerine getirilerek put olgusu belirli bir standarda kavuşturulmuştur. Topluma vaat edilen ilahi adalet ise çifte standartların cenneti gibidir.
Bu yüzden Tanrı ve adalet tarihler boyu birlikte anılmıştır, kimi zaman iç içe geçmiştir.
Tanrıdan bahsedilirken onun olmayan ilahi adaletine güvenilip inanılmıştır. İlahi adalete inanmak için önce Tanrının olmayan varlığını nasıl var ettiklerini bize ispat etmek zorundadırlar, sonra ilahi adaletin nesnel varlığından bahsetmelidirler.
Ne yazık ki,Tanrının varlığından yola çıkıp, onun ilahi adaletine kadar geldik lakin arkamızı dünüp insanlığın mevcut tarihine baktığımızda (bir arpa boyu yol kadar) değersiz bir kazanım dahi elde edemediğimizi görürüz. Hala insanlar Tanrının adaleti için öldürülüyorsa, bu durum bize, nasıl bir yol kat ettiğimizi ortaya çıkarmış olur.
Üstelik Tanrı ve adalet fasaryasının inanç düzeyinde yüzdürülen hayaletten öteye bir adım atamazken, bilimsel ispata dair ufukta her hangi bir emaresi de olmayacaktır.
Hal böyle olunca çıkarları gereği sürekli ilahi adaletten bahsedenlerin ateşli söylevleri içeriği boş tartışmalı söylevlerin kendi egemenliğine hizmet etmesinden başka bir şey olmadığını görürüz. Tıpkı insanların inançlarında oluşturdukları gerçekte olmayan mit’ler gibi, bizim gibi geri kalmış ülkelerim mit’leri de demokrasicilik oyununda, olmayan adaletinin varlığına inanmak / inandırılmak şeklinde bir rota izler. Bu birazda sağlıklı bir insana 365 gün sürekli psikolojisinin iyi olmadığını hasta olduğunu söyleme sonucunda 366.gününde psikolojik hastalık emaresi gördüğümüz sağlıklı bir insan geldiği nokta gibi, adaletin olmadığı bir toplum biçiminde sürekli adalet vurgusu yapılmasının bir nedeni de örneğimizde yer alan sağlıklı bir insanın psikolojisiyle ilintilidir. Olmayan adaletin varlığı toplumsal sosyolojide 366. günün realitesidir. Bu yüzden olmayan adaletin adalet bakanlığı vardır.
Özünde ‘Adalet Bakanlığı’ kurumu bir çeşit trajedinin kendisidir. Hatta ‘Varmış gibi davran Kanka!’ nın nesnel yapı taşıdır. Toplumla bir çeşit maytap geçme şeklidir.
Mesela ‘adalet mülkün temelidir’ kavramı, toplumsal Consensus’u bir arada tutabilmenin temel illüzyonudur. Bu yüzden mahkeme salonlarında bu illüzyona görsel olarak sürekli rastlarız.
Oysa adaleti mülke atfetmek, yanılgısı eşitsizliğin adaletsizliğin paradigmasıdır. Ünlü anarşist düşünür Proudhon mülkiyet hırsızlıktır derken eşitliği hiçe sayan despotluğun anası olarak niteler.
Gelelim şimdi konumuza: eşitliğin olmadığı despotluğun hüküm sürdüğü yerde sahi biz hangi adaletten bahsedebiliriz ki?
Adalet illede mülkün temeliyse mülksüzlerin üstünde bir çeşit mülkün despotluğunu kanun, yasa, polis copu, hapishaneler gibi bir baskı aracılığıyla mülkiyet despotluğunu adaletmiş gibi sunmak ilizyonun kendisi değilmidir?
Hele hele birde tam bir deli zırvası olan ‘Tanrının ilahi adaletine’ ben hiç girmeyeyim. Görüyoruz ki ‘Tanrının ilahi adaletine’ den tutunda her türlü adalet fasaryasını kim ele alıyorsa onun çıkarlarına hizmet ediyor. Mülkün despotluğunu adalet diye yuttururken, şimdi ‘adalet mülkün temelidir’ fasaryasını güncellediğimiz soygunla sorgulamanın zamanı geldi de geçiyor.
Gelinen noktada mülkün nihai statüsü değişirken mülkün nesnel terörü yer değiştirirken, saray otokrasisinin mevcut terörü mülkten daha bir güç alarak artık mülk terörü saray terörüyle açıklanabilmesinin yasal açıdan statüsü belirleniyor.
Elbette bunu boşa söylemiyoruz, bu ülkede tapu güvencesinin ortadan kaldırılmasının yegane sebebinin mantığı aslında budur. Tıklayın
Bizim gibi ülkelerin kendi tarihinde hiç bir zaman olmayan adalet, mülk temeli olarak sayıldığı için, bu kez sadece saray için var olacağını söylemek gerekecektir. Deyim yerindeyse mülk despotluğu sarayın despotluğuyla yer değiştirmek üzeredir.
İşte bu yüzden adalet yürüyüşü gündeme gelince adalet bakanı alınmış.
Olmayan adalet adına olmayan ‘Adaletin Bakanı’… demiş ki; ‘‘istediği kararları yargıdan çıkarmaları mümkün değildir, boşuna yoruluyorlar”tarzından bir yorumu yaparken aslında kendisi zahmet edip yorulduğunu ortaya koymuş. Tıklayın
Olmayan ilahi adalet’den sonra, olmayan Adaletin Bakanı; adalet adına açıklama yapınca, insanlarda sanıyor ki, adalet adına Adalet Bakanı açıklama yapıyorsa adalet varmış sendromu 366.gün sendromundan başka bir şey değildir.
Üstelikte her birine bir dokunsan bin ah işiteceksin şeklinde!
Ülkenin her yanı kapalı cezaevine çevrilmiş durumda iken cezaevleri tıka basa dolu iken adalet kavramının empoze edilişi bile abanın altında sopanın gösterilmesi değilmidir?
Diyojen, MÖ 412 – MÖ 323-Ömrü boyunca feneriyle ”Adalet” aramış!
Tanrı kavramının var oluşundan bu yana uydurulduğu ‘Tanrının ilahi adaletini’ arayan insan oğlu, olmayan adaletini de adalet bakanlığının bu pisişik görüngüsü ile Diyojen ruhuyla adalet arar konumda.
Irkçılıktan laf açılmışken iğnenin minnacık ucu bir yerlerine batmış gibi zıplayacakları kesindir.
Bu duruma göre herkes kendince ‘doğrucu Davut’ olduğu için, her zamanki gibi hiç kimse müthiş bir kibirle malum burunlarından kıl aldırmayacaktır. Döne döne aynı noktaya gelen setenci beygiri gibi, ben de yine dönüp dolaşıp aynı yere geleceğim.
Çünkü bu konu çok önemli pas geçilecek bir konu olmadığı için dönüp dolaşıp bu konuyu işleyeceğim. HDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder CHP’ye çağrı yapmış meraklısı habere bu linkten ulaşabilir: http://www.cumhuriyet.com.tr/…/Sirri_Sureyya_Onder_den_CHP_…
Bana göre kendince haklı bir o kadarda olması gereken içeriğe sahip. Bu söylemde işlendiği gibi birçok hoyratlık CHP’nin oylarıyla hayata geçti…
Keser ve sap ilişkisi gibi HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması için mecliste yapılan oylamada hepimizin bildiği gibi AKP ile birlikte iş tutan (içlerinde gizli ırkçılık taşıyan) CHP’liler dönemin koşullarında sergiledikleri icraatlarıyla çok mutlu idiler.
Adalet katledilirken adaleti katledenlere destek birebir destek verip AKP ile aynı çanağa işeyen CHP’liler faşizmin aynı uygulaması bu kez kendilerine dönünce adaletin olmadığını fark ettiler! Sadece bu kadarla olsa iyi birde bu işin geçmişi var. Bu ülkede düzmece Ergenekon davası diye bir deprem yaşandı.
Birden fazla CHP’li milletvekili hapisteydi, onlarca CHP’li ve Kemalist tutuklandı, sorgulandı, yargılandı. Hatta intihar edenler bile oldu, sahi tamda bu noktada koyunlaşma metodolojisine mehil vermiş CHP’nin tabanı, neden sorgulama vasfını yitirdi dersiniz? Bir kez koyunlaşma metodolojisi içselleştirildi mi olmayınca olmuyormuş.
Günaydın CHP! Referandumda yapılan sahtekârlıkla ülke elden gitti, duyarlı insanlar sokağa döküldüğünde CHP bu duyarlı insanlara özellikle mesafe bırakarak yalnız bıraktı.
CHP için ülkenin elden gidip gitmemesi önemli değildi, önemli olan AKP tarafından terörizmle suçlanmamaları idi. CHP’NİN KOYUNLARI…
Şimdi ne oldu da sokağa çıkarılıyoruz diye tabanınız size tek kelimelik bir soru sormuyorsa, akla şu soru gelir, koyun koyundur.
Koyunun CHP’lisi, AKP’lisi olmaz koyun koyundur. Koyun düşünmeden önüne konulan otunu yer.
HDP’li milletvekillerinin dokunulmazlığı mecliste kaldırılırken oy kullanan CHP’li milletvekillerinin bu tavrına (özellikle Kürt kökenli milletvekili oldukları için) ırkçı parti politikalarına tabanı ses çıkarmıyorsa koyunluğun resmini çizmek için sanırım tamda bu noktada ünlü ressam Abidin’e gerek yok.
Ne demiştik yukarıda? Koyunun CHP’lisi, AKP’lisi olmaz, koyun koyundur.
Koyunlaşma metodolojisi günümüz toplumunda sosyolojik bir olgudur.
Elbette hak aramak için mücadele etmek güzeldir ama geç kaldınız, o kadar insanı sokakta heba ederken sahi neredeydiniz?
İktidar tarafından terörist ilan edileceğiz diye sokaktaki insanlara hep mesafe koydunuz, şimdi sokağa çıktınız.
İktidarı temsil eden ana akımın kendisi terörist olduğunu bir türlü kavrayamadınız…
Açlık grevi yapan canları bile teröristlikle suçlamalarının tek anlamı var oda kendi teröristliklerini gizlemekten başka bir şey değildir.
Korka korka da olsa sokağa çıktınız, korkunun ecele faydası olmadığı için bakın şimdi sizde terörist oldunuz.
Demek ki, iktidarın gözünde terörizm buymuş. Demek ki, iktidarın gözünde kendi teröristliklerini gizlemek için hak arayanları terörist ilan etmekmiş.
HDP Ankara Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun dün Ankara’dan başlattığı ‘Adalet Yürüyüşü ‘ne ilişkin “CHP’den özeleştiri içeren ve toplumsal muhalefeti büyüten bir çağrı bekliyoruz” demiş, keşke öz eleştiri yapmayı bilebilseniz.
Kolye gibi boynunuzda taşıdığınız berbat kibriniz ‘milletvekili dokunulmazlığında’ sizi iktidarla iş birliğine kadar götürdü. Emin olun yüreği buruk bu insanlar sokakta sizi belki yine destekleyeceklerdir ama geçmişinizle ilgili siz ne kadar öz eleştiri verebileceksiniz bunu yaşayıp göreceğiz.
Çünkü halkın gerçek dostlarını tekelci sermayenin çıkarlarına yabancılaşmayla mümkün olması demek aynı zamanda koyunlaşmayan / bilinçli dinamik bir tabanın her koşulda kendilerini sorgulamasıyla mümkün olacaktır.